10.08.2010
Han TÜMERTEKİN: "Yapı sektöründe düşünce ve yaklaşım sorunu var”
Öncelikle bu SM Evi Projesi’nin öyküsünü dinleyelim sizden.
Han Tümertekin: Asos’a 6 km mesafede olan bir köy burası. Biz daha önce bu köyde B2 Evi diye tanınmış olan ve Ağa Han Ödülü’nü de kazanan evi yapmıştık. Bu ev de aynı köy içinde, diğer evin biraz aşağısında. Bu evin sahibi, B2 Evi’nin sahibi olan kişilerin arkadaşları. B2 Evi’ni görünce çok etkilenip benden orada bir ev yapmamı istediler. Köyde bir arsa satın aldılar.
Bu sıfırdan bir ev yani, fotoğraflarına bakınca eski bir fabrika binasını yenilemişler diye düşünmüştüm. Yapının ince uzun olması o bölgede çok görülen eski zeytinyağı fabrikalarını akla getiriyor..
Han Tümertekin:Yok hayır. Gerçi oranın köylüleri de uzun süre zeytinyağı fabrikası yapılıyor sandılar, çelik konstrüksiyonu da görünce…
Konutta çelik Türkiye’de çok az görüyoruz. Özellikle de böylesi kırsal alanda, nasıl oldu bu? Mal sahibi mi istedi, siz mi çelik düşündünüz?
Han Tümertekin:Genellikle bizim işverenlerle ilişkimiz ikna üzerine gelişmiyor. Yani hep şey vardır ya, mimar bir şey ister, işveren de ona uzaktır, kahraman mimar bir şekilde onu ikna eder ve mücadeleyi kazanır falan, bizim hiç bir projemizde, hiç bir işverenimizle bu tür kamplaşmalarımız olmuyor.
Şanlısınız yani…
Han Tümertekin:Bilmiyorum, belki bizim tasarım anlayışımız ona izin vermiyor. İlk günden itibaren bizim birlikte çalışmaya yatkın bir yapımız var. Dolayısıyla da bu tür sert ikna seansları yaşamamız hiç gerekmedi. Bu evde de mantığı böyle gerektirdiği için, işin doğası böyle gerektirdiği için çelik oldu ve on saniye bile tartışıldığını hatırlamıyorum. İşin doğası böyleydi, adım adım yürürsek kendiliğinden o noktaya gelecekti zaten. “Tatil Evi” olarak kullanılacak bir evdi bu ve bu koyu seçmelerinin bir nedeni de çevredeki taş evler ve hâlâ bozulmamış bir Ege Koyu olmasıydı, Ege Denizi ve Midilli Adası’na sahip bir manzaraya sahip olmasıydı. Öncelik elbette o manzara ile ilişki kurmaktı. O manzarayı evin bütün hacimlerinden görünür kılmak bir kere planı belirledi. Hacimlerin hepsi yan yana sıralandı. Hiç bir şey alt alta, üst üste ya da önde veya arkada değil. Tek bir mekan düzeni var, bütün hacimler tren vagonları gibi yan yana duruyorlar. Bütün hacimler, banyo da dahil hepsi, yerden tavana kadar ve yan yüzeyler de dahil cam yüzeylerle sınırlanıyorlar. Bu da kendiliğinde evin taşıyıcı sistemini belirliyor. Çünkü evin içinde olabildiğince büyük ve tek parça açıklık elde etme ihtiyacı var.
Kaç m2 bu yapı?
Han Tümertekin: Ev yaklaşık 10 metreye 40 metre, 400 m2 lik bir alana sahip. Böyle olunca çelik 10 metre açıklığı, arada taşıyıcı yapmadan geçmek için en kullanışlı çözümdü. Ama ne oldu, çelik taşıyıcı tekrarını biz çevrede kolerat olarak da kullandık. Bu tekrarla birlikte görüntünün çerçevelenmesi de belirli bir ritme kavuştu. Ya da manzaranın belirli bir ritmin arkasından görünmesini de sağladı. Bu da birden 40 metre boyunca giden cam bir düzlemde mekan oluşturma konusundaki sorunu da aşmada çelik taşıyıcılar denize bakan cephede binanın saçağının devamında dışarıda bir koranoda dönüştürdük. Bu hem bizi güneş koruma için o saçak işimize yaradı, hem de binanın önünde ikinci bir ritm, korucu bir taşıyıcı katmanı oluşturdu. Böylece bir yandan işin doğasının gerektirdiği taşıyıcı sistemi kurmuş olduk, fakat taşıyıcı sistemi de yine mimari mekanın elemanlarından biri olarak kullandık. Mümkün olduğu kadar biz bütün tasarımlarımızda taşıyıcıyı mekanla doğrudan ilişkili olarak kullanıyoruz. Bu proje de onun ileri bir örneğidir.
Çelik, cam ve taş görüyoruz bu yapıda...
Han Tümertekin: Şimdi siz de başında söylediniz, neredeyse fabrika olabilecek büyüklükte bir yapı. Köyün de diğer binaları son derece mütevazi ölçekte, küçük küçük binalar, biz burada temel sorunu şöyle gördük: bu köyün içine bu kadar büyük bir yapıyı bütünleştirirken çevresiyle sağlıklı ve dengeli bir ilişki kurmamız gerekiyordu, boyutlarımız biraz abartılı olduğu için, şimdi bu hacimde bir yapıyı küçük taş evlerden oluşan bir dokunun içine yerleştirirken, boyutunda bir oynama yapmadığımıza göre ancak yüzeylerinde bazı tedbirler alabiliriz diye düşündük. Onun için de taş kullanımını yapının bütününe yaydık. Çatısını da taş kaplamanın altında yatan neden binayı olabildiğince peyzaja ait kılmaktı. Çünkü çevrede taş binalar var ama kiremit çatılar var. Biz eğer buraya 400 m2 büyüklüğündeki kiremit bir çatıyı koysaydık köyden bakıldığında çok abartılı ve yanlış bir tavır olurdu. Bunun üstesinden gelmek için çatıyı taş kapladık. Böylece köyden bakıldığında aslında yapı köydeki taş zeminlerden birinin devamı gibi oldu. Bu bize bu tür bir görsel avantaj sağlarken evin içinde de ciddi bir yalıtım avantajı sağladı. Çünkü çatıdaki taşlar çelik taşıyıcılar arasına yerleştirilmiş serbest duran taşlar, harçlı değil onlar.
Bunun örneği Türkiye’de var mıdır?
Han Tümertekin: Türkiye’de yok bildiğim kadarıyla, fakat dünyada çeşitli kullanımlarını biliyoruz. Bizim buradaki kullanımımızın ikinci avantajı da yalıtım oldu, çünkü taşlar serbest durduğu için aralarında hava sirkülasyonu olabiliyor ve taşların altı hep gölgede kalabildiği için taşlarla altındaki yalıtımlı çatı katmanı arasında boşluk var, orada serin hava sürekli dolaşabiliyor, çünkü orası sürekli gölge. Ayrıca çatının önemli bir özelliği de taşıyıcıların iki yanında oluklar olması, bu oluklar çatı suyunu yere indiriyor.
Tren rayı gibi…
Han Tümertekin: Evet, çatı suyu bunlar tarafından yere, binanın arka cephesini boydan boya kat eden drenaj kanallarına bağlı. Bırada bizizm mimari elemanlarla taşıyıcı bİrlikteliğine geri dönersek bu da onun için bir göstergedir. Taşıycııcnıun kesintiye uğprattığı bir bir duzlemi biz su toplamak için de kullandık.
Tesisatlar nasıl çözüldü?
Han Tümertekin: Hepsi zeminde çalışıyor. Altta kanallar yapıldı. İşte zaten lineer planın büyük avantajı bu. Bütün ıslak hacimleri boylu boyunca kat eden kanallar var, bu kanallara bütün tesisatlar bağlandı, tesisat çözümleri sorunsuz oldu böylece.
Ne kadar surede bitti bu yapı?
Han Tümertekin: 1.5 yılı buldu, bir ara ritmi düşmüştü, sonra yine toparlandı.
Projeniz süresince Türkiye’deki yapısal çelik sektöründen nasıl bir destek aldınız? İstediğiniz malzeme- imalat- montaj oluşturabildi mi?
Han Tümertekin: Şimdi şöyle diyebilirim, ana hatlarıyla iyi bir sonuç aldık ama sorun şeyde çıkıyor çelikte, bu aslına bakarsanız başka projelerimizde de yaşadığımız şey, biz mimari büro olarak çeliğin elbette bütün detaylarını, bağlantı elemanlarını sonuna kadar çözemiyoruz, çizmemiz de anlamlı değil, imalat çizimleri aşamasında çelik imalatçılarının çizimleri mimari bileşenleri neredeyse hiç göz önüne almamış oluyor.
Burayı biraz açalım mı?
Han Tümertekin: Evet açalım, çünkü Türkiye’deki sorun burada. Şimdi bu böyle birleşir, işte buseler olur, bulonlar olur, diye çiziliyor fakat o buseler diyelim mekanın içinde binanın sonuçlanma aşamalarında problem olarak kalıyor mesela.
Sizin bir çözüm üretmeniz mi bekleniyor?
Han Tümertekin: Evet, bizden bir şeyler bekliyorlar ama bizim ise beklentimiz onların kendilerinin bir şeyler geliştirmesi. Bu sorun bence yalnız çeliğin değil Türkiye’deki mimara destek veren bütün birimler, bütün disiplinler, elektrik-mekanik ve mühendislerle ilgili de bir sorun. Mesela mekanikçilerle de şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz, “Bana menfezimin yerini söyleyin, benim üfleme merkezlerim nerede olacak” diyorlar. Koskaca bir bina yapılıyor, bu binada adamların yegâne ilgi alanları o menfezlerin nerede olacağı. Buna benim gitgide tahammülüm kalmamaya başladı. Bunu son derece budalaca buluyorum. Olan bitine karşı bu ilgisizlik akıl almaz derecede. Onların adına da üzülüyorum. Bakıyorsunuz 30 yıllık bir mühendis ama bütün dünyası iki tane menfezden oluşuyor, bir üfleme bir de emiş menfezi. Vah zavallılar yani. Ya da işte mühendislerin, statikçilerin büyük bir kısmının da kirişleri.. Yani durun bir çevrenize bakın, arada bir durun yağmurun sesini dinleyin, geçen bir gemiye bakın, dünya ile ilişki kurun, çünkü hayatla bütün ilişkileri iki menfeze ya da bulon ve buseye dönüşüyor.
Bir tıkanıklık durumu…
Han Tümertekin: Hem de nasıl. Diyor ki “Benim orada busem var, bulonum var” Bir de böyle bir sahiplenme var. Şimdi ne yazık ki bu yaklaşım problemi çözülmediği sürece bir şey yapmak zor. Yani sektörün sorununun malzeme-imalat falan olduğunu hiç bir şekilde sanmıyorum. Sektör olarak bakıyorsan çok nitelikli mühendislerimiz, imalatçılarımız var ve yurtdışında da güzel işler yaptıklarını biliyoruz. Sektörün sorununun düşünce ve yaklaşım düzeyinde olduğunu düşünüyorum. Hatta düşünüyorum da demeyeceğim, eminim. Bunun aşılması için de mühendislik okullarında şiddetle, çok hızlı bir şekilde, piyasada iş yapan mimarların ders vermeleri gerektiğini düşünüyorum. En azından gidip konferans vermeleri gerekiyor. Mimar bir binaya nasıl bakar, mimarlık nedir, bunu anlatmaları lazım. Ders olarak değil, son derece gerçek aktörler tarafından bilgilenmelerinin son derece yararlı olacağına inanıyorum.
Bizler Dernek olarak söylediğinize benzer çalışmalar yapıyoruz. Zaman ayırabilirseniz de sizinle de öğrencilere yönelik projeler geliştirsek…
Han Tümertekin: Ben son on yıldır, hatta daha da fazla bir zamandır, mimarlık eğitimi için bir şekilde destek veriyorum, vakit ayırıyorum. 11 yıl Yıldız Teknik Üniversitesi’nde proje yürüttüm, iki yıldır Bilgi Üniversitesi’nin Master Programı içindeyim. Bu çalışmanın kurucularındanım ve yürütücülerindenim. Yurtdışında çeşitli üniversitelerde benzer çalışmalar içinde yer alıyorum. Fakat ben bir süredir mimarlık eğitiminde değil de mühendislerin eğitimine mi vakit ayırsak diye düşünmeye başladım. Son altı aydır kafamda böyle bir düşünce var. Görüyorum ki onların yaklaşımını değiştirmediğimiz sürece sürekli bir debelenme olacak.
Mimarlara mühendislik eğitimi veriliyor...
Han Tümertekin: Evet, bu bizim Teknik Üniversite’deki eski Alman Geleneği’nden kalan bir uygulama. “Mühendislik Mektebi” geleneğinin yaygınlaşması. Bunun bir zararı yok tabii ama öbürünün, mühendislere mimarlık eğitiminin kesin kes, şiddetle, acil olarak yapılması lazım. Çünkü onlar kendi dünyalarında menfezleri, bulonları ve etriyeleri ile yaşıyorlar ve ne yazık ki, hayatla gerçek ilişki kuramıyorlar. Sözü çok farklı bir tarafa çekmiş gibi gelebilir ama kaynağına çektim. Mimarların projelerine destek alamamalarının arkasında yatan neden bu. Yani iki kat yükseklikte bir hacim tasarlıyorsunuz, cephede bunun doğrama sisteminin düşeyliği vurgulanmış bir doğrama olarak çiziyorsunuz, statikçiden proje size bir geliyor tam ortadan bir kiriş geçiyor…
Taşımaz diye düşünüyor herhalde...
Han Tümertekin: Evet ama yalnız bu gerçekten budalaca bir durum. Artık açıklıkları aradan kiriş geçirmeden çözmek mesele değil ki. O zaman şöyle düşünüyor insan “Niye mühendis ki bunu biz kalfa ile de yapardık” Aradan kiriş geçirdiğimiz sürece mühendis olmak gerekmiyor ki. Artık bilgisayar programları da var, verirsin, kirişin boyutunu da verir, biz de onu geçiririz. Mesele orayı kiriş geçirmeden, o mekandaki duyguyu var edecek şekilde taşıyıcı yapıyı çözümlemekte.
Sizin daha öncesinde ne tür çelik projeleriniz oldu? İstanbul Olimpik Stadyumu’nda adınız geçtiğini biliyorum...
Han Tümertekin: Onda bizim projemiz yapılmadı ama. Biz de proje sunduk ama yapılmadı. Şu anda inşaat aşamasında iki ev daha var, çelik olarak. Özel ev, çelik konstrüksiyonları bitmek üzere. Yeni bitmiş bir restorasyon projemiz var. Beyoğlu’nda yüz yıllık bir binanın içini tamamen çelik yaptık. Güçlendirme projesi.
Bir de oldukça görkemli bir proje Santral İstanbul var.
Han Tümertekin: Santral İstanbul’un asıl eski tribün holü olan kısmını biz yapıyoruz. Oradaki çelik takviyede biraz ürkekçe davranıldı ve biraz abartılı oldu gibi hissediyorum ama ukalalık yapmak istemem, en sonunda hesap işi. Biraz fazla iri kesitli elemanlarla yapıldığı kanaatindeyim fakat tekrar ediyorum tamamıyla spekülatif konuşuyorum. Daha doğrusu proje çerçevesindeki benzeri binaları yapan diğer ekip, çok daha ince kesitli, daha az elemanlarla çözdü, bunu düşünerek böyle konuşuyorum.
Bu dediğiniz bizim de çok sık duyduğumuz şey, çelik yapıların Türkiye’de çok ağır olması...
Han Tümertekin: Zaten çeliğin bütün avantajı hafif olması. Çelik başından itibaren nitelikli kurgulanması gereken bir imalat. Çeliğin bütün avantajı benim için budur, okulda bize öğretilen de budur, hayatta gördüğüm de odur. Benim çeliğe olan yatkınlığımın arkasında bu vardır.
Kendinizi çeliğe yatkın bir mimar olarak tanımlıyorsunuz…
Han Tümertekin: Ben aslında hiç bir malzemeyi bir diğerine tercih etmem. O mimarlardan değilim. Yeri geldiğinde gördüğünüz gibi en geleneksel yerde, taşı da kullanırım, gerekli görürsem çelik de kullanırım. Her projenin kendi ritmi vardır. Ne ben çelik olmasını isteyerek masaya oturmuşumdur, ne de başka bir şey. Proje oraya gitmiştir.
Derneğimizin Kurucularından Selçuk Özdil “Türkiye’de mimarlık demek betonden bina yapmaktır” der. Ayrıca hepimiz de biliyoruz ki Türkiye’de sınırlı sayıda mimar çelik projesiyle ilgilenir. Yani onlar da “Çeliğe yakın mimarlar” olarak anılırlar...
Han Tümertekin: Bunun arkasında eğitimden itibaren yaşanan gerçek durumlar var. Şimdi tabii ki betonun kolay yapılabilir olması önemli. Çeliğin avantajı dediğimiz şeyler bazen de dezavantajı. İyi bir proje düzeyi lazım ki, imalatını yönlendirsin. Ne olursa olsun birinin çizmesi lazım, imalatı yapacak bir atölye lazım, bunların hepsi bir yerde de zorlukları. Çünkü öbürüde bir kalfa ve birkaç işçi ile beton dökülebiliyor. Onun projesindeki tanımda ne bulon yeri var, ne kaynak boyu var, bir kalıp planı veriliyor, iş bitiyor. Ama ben sektörleri birbiri ile karşılaştırarak değerlendirme yapmayı da çok sağlıklı bulmuyorum. İlginç bir tür fanatizm oluşuyor o zaman, bu da çok sağlıklı değil, bunu yumuşatacak yolun da mimarlıktan geçtiğini düşünüyorum. Belki sizin gibi bir kurumum mimarlarla mühendislere bir araya getirecek organizasyonlarla duruma müdahale etmesi daha doğru olabilir.
Bizler tüm etkinliklerimizde mimar ve mühendisleri bir arada tutmaya özen gösteriyoruz. Öğrenci proje yarışmamızda bile…
Han Tümertekin: Biliyorum, ilk başta jürisinde yer almıştım. Ama ben yine de demin söylediğim gibi mühendislik öğrencilerine sunum yapmayı tercih ederim. Bütün bu konuştuklarımızı paylaşmak isterim. Geçenlerde yurtdışında bir toplantıya katıldım, betonarme bir binayı gösterdiler, binlerce birimden oluşan bir yapı, bir birim hesap bundan on yıl önce bin gün alırdı, şu anda bu bir birim hesabı 45 saniyede yapıyoruz dedi sunumu yapan kişi. Bin günlük iş şu anda 45 saniyede yapılabiliyor, bütün bunlar olurken kalkıp da iki kat yükseklikteki hacmin arasından kiriş geçirmek gerçekten ayıp. Şimdi her yeniliğin peşinden delice koşmalıyız anlamı çıkmasın bu dediğimden, sadece insaftır demek istiyorum. Bu sunu gösteriyor; bir dolu şeyi artık bilgisayarlar yapabiliyor, siz mühendisçe düşüncenizi geliştirin, ona vakit ayırın. Aynı şeyi biz mimarlıkta da yaşıyoruz. Eskiden bir projenin çiziminde mimarı tasarım sürecin kısa bir bölümünü, çizimse uzun bir bölümünü kapsardı. Şimdi artık tasarıma çok daha fazla süre ayırabiliyoruz. Çünkü çizimi çok kısa sürebiliyor. O zaman yapılamaz bir şey kalmıyor.
Sizin de değindiğiniz gibi teknolojinin önünde durulmuyor. Nereye doğru gidiyor sizce yapısal çelik sektörü?
Han Tümertekin: Eskiden çelik daha çok büyük çaplı yapılar için düşünülüyordu, şimdi çok daha farklı ölçekteki yapılarda karşımıza çıkmaya başladı, bu iyi geliyor bana. Olumlu bir gelişme olarak gözüküyor, Çünkü gitgide mimarların gündemine girmeye başladı çelik. Ancak büyük yapı yapan ya da endüstriyel yapı yapan mimarların muhatap oldukları bir konu iken çelik şimdi Beyoğlu’nda daracık bir parseldeki, 4 katlı bir bina da çelik olarak çözülüyor, bu kendiliğinden çeşitli imalat ve proje kademelerinde incelme ve hassasiyet artışına yol açacaktır bir zaman sonra diye düşünüyorum. Ben bunu çok önemsiyorum. Dünya ile karşılaştırma gibi bir düşünce geliştirirsek bizdeki imalatçı kuruluşların düzeyi beğeniyorum demiştim, uluslararası proje bürolarının Türkiye’deki işlerine verdikleri destek onları da daha çok geliştirecek. Zaten genelde iyimser biri olduğum için de genel olarak girdiği iyi görüyorum.