11-12 Kasım 2020 tarihinde online ortamda düzenlenen 21. Yapısal Çelik Günü’nde sektör paydaşlarına hitap eden Çolakoğlu Metalurji A.Ş. Genel Müdürü ve Dünya Çelik Birliği (WSA) İcra Komite Üyesi Uğur Dalbeler, sektörün gelecek politikası ve dünyadaki yerine dair açıklamalarda bulundu.
Küresel salgın nedeniyle online ortamda yoğun bir katılımla gerçekleşen 21. Yapısal Çelik Günü’nün ilk gününde “Deprem ve Çelik” konusu işlendi. TUCSA Yönetim Kurulu Başkanı Yener Gür’eş’in açılış konuşmasının ardından söz alan Dünya Çelik Birliği İcra Komite Üyesi ve Çolakoğlu Metalurji A.Ş. Genel Müdürü Uğur Dalbeler, Türk çelik sektörünün dünyadaki konumu, rekabetteki yeri ve gelecek planlamasına dair görüşlerini katılımcılarla paylaştı. Dalbeler’in konuşmasından bazı satırbaşları şunlar;
Türk çelik sektörü olarak yıllardır dünyanın farklı bölgelerinde şiddetli depremler geçiren ülkelere çelik ihraç ediyoruz. Örneklendirmek istersek, 9 büyüklüğünde depremler geçiren Şili bunlardan biri. Bu ülke ile çelik ihracatı anlamında 20 yıllık bir geçmişe sahibiz. 2019 yılından önce Şili’ye gönderilecek çeliğin sevkiyatı yapılmadan önce bu ülkeden gelen uzmanlar çeliği denetliyorlardı. 2019 yılı itibariyle Şili hükümeti bizlere şunu dedi: “Artık biz size güveniyoruz. 20 senedir bize gönderdiğiniz çeliklerden hiçbir sıkıntı yaşamadık. Bizim size artık bir uzman göndermemize gerek yok. Siz bu testleri ülkenizde yapabilirsiniz.” Bu açıklamalar malzeme tarafında bir sıkıntımız olmadığını gösteriyor. Ancak ne yazık ki her deprem yaşandığında birtakım çevreler bazı iddialarla ortaya çıkıyorlar. 1999 depremine dair şunu hatırlıyorum; çok önemli bir kuruluşumuzun yönetim kurulu başkanı yıkılan binaların gerekçesini hurdadan yapılmış çeliğe bağladı. Bu iddialara tatmin edici yanıtlar veremiyoruz. Çünkü elimizde veri yok. Denetim ve izlenebilirlikte sıkıntılar yaşıyoruz. Yapı denetimleri yeteri yapılabilse, izlenebilirlik sağlanabilse sorunun neler olduğunu ve çözümün nerelerde aranması gerektiği hususunda elimiz daha güçlü olacak.
ÇEVREYE VE TOPLUMA KATKI SAĞLAMALIYIZ 20. Yapısal Çelik Günü’nde yapmış olduğum konuşmada iki ana başlığa değinmiştim. Bunlardan biri, İngilizce tabiriyle “Green Steel” yani Yeşil Çelik, bir diğeri de “Responsible Steel” denilen Sorumlu Çelik. Artık çelik sektörü olarak Yapısal Çelik Günü’nde malzeme tarafında bizlerin gündemimizde olması gereken iki husus var. Bunlar da çevremize ve bulunduğumuz topluma ne kadar duyarlı yaklaştığımız ve nasıl bir değer kattığımızdır. Artık sadece çeliği üretmek, standarda ve kaliteye uygun ürünü ortaya çıkarmak yeterli değildir. Önümüzdeki süreçte yaşadığımız çevrede bugüne kadar yarattığımız sıkıntıların çözümüne dair ciddi arayışlara girmemiz gerekiyor. Burada çelik sektörünün üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Çünkü yaratılan emisyonun neredeyse %8’i çelik sektörü kaynaklıdır. Bu malzemeden vazgeçme şansımız olmadığına göre biz sektör olarak bundan sonra “Neler yapılması gerekiyor?” sorusunu gündemimize almalıyız. Önümüzdeki 20-30 yıllık süreçte dünya nüfusunun yaklaşık 9 milyara çıkması bekleniyor. Bu 9 milyarın %70’inin ise şehirlerde yaşayacağı tahmin ediliyor. Hâlihazırda her hafta yaklaşık 1 milyon kişi kırsal kesimden şehirlere taşınmaktadır. Şehirleşmenin bu kadar önemli olduğu 30 yıllık süre zarfında, nüfusu 30 milyonun üzerinde olan 30 yeni şehrin oluşması bekleniyor. Bu beraberinde birçok değişiklik ve sorumluluk getirecektir. Örnek olarak bugün yaratılan enerjinin %80’i şehirlerde tüketilmektedir. Emisyonun ise %75’i şehirlerde yaratılmaktadır.
Şehirleşmenin bu kadar yoğun bir noktaya evrildiği düşünüldüğünde gelecekte bunun getirdiği birçok farklılık da olacak. Çelik sektörü olarak ne yapmamız gerektiğine dair ciddi arayışlar başladı. Bildiğiniz gibi çelik, yaklaşık 150 senedir aynı metotla üretilmektedir. Son 4-5 yıldır ise bunun değişmesi gerektiği ortaya çıktı. Birçok yerde artık bugüne kadar demir cevherini redüklemekte kullandığımız karbonun hidrojenle yer değiştirebileceği ve karbon yerine hidrojen kullanarak karbon emisyonunun sıfırlanabileceği fikri hayata geçmeye başladı. Pilot tesisler kuruldu. Hâlihazırda yaratılan hidrojenin sudan elektroliz yöntemiyle yaratılması bir nebze iyileşme olsa da dünyanın aradığı şey havanın ayrıştırılmasıyla yani tamamen temiz hidrojen ile karbonun yer değiştirmesi ve çelik sektörünün karbon konusunda nötr olabilmesi yönündedir. Birçok çelik üreticisi, buna Çinliler de dahil, 2050 yılı için karbon nötr olma vaadinde bulunmuş durumdalar. Türk çelik sektörü olarak bizler de bunun için bir çalışma içerisine girmeliyiz.
TEKRAR YAPILANMA SÜRECİ
Önümüzdeki dönemde dünya çapında rekabet gücümüzü sürdürmek için maliyetlerimizin de nasıl etkileneceğini hesaplamamız gerekiyor. Aslında Türk çelik sektörü dünya ortalamasıyla kıyaslandığında bir avantaja sahip. Çünkü biz hurdadan çelik üretiyoruz. %70 üretimimiz bu yönde. Tabii ki göreceli olarak hurda ergitmenin emisyonu, yüksek fırınla kıyaslandığında oldukça düşük. Ancak burada enerji kaynağının da önemi var. Biraz önce de belirttiğim gibi bundan sonra mesele çeliğin standardı ve kalitesinden çok, üretildiği noktadan tüketildiği noktaya kadar geçen süreçte nasıl denetlendiği, nelere uygun üretildiği. Bu sürecin tamamının, bütün değerlerinin tek tek incelenmesi gerekiyor. Sorumlu Çelik kavramı bu noktada ortaya çıkıyor. Artık “Biz üretiyoruz, standardı da tutturduk, çevresel olarak da kendi çevremize üretim sırasında her türlü özeni gösteriyoruz, iş güvenliği konusunda bütün uygulamaların maksimumunu sahamızda var ediyoruz.” demekle yetinemeyeceğiz. Ham maddemizi nereden alıyoruz, ham madde ortaya çıkarken iş güvenliği konularına ne kadar uyuluyor, çevreye ne kadar özen gösteriliyor, topluma ne kadar değer katılıyor noktalarını da takip etmek zorundayız. Ayrıca ürettiğimiz ürünün, müşteri tarafına geçtiğinde, yani tüketime başlandığında aynı unsurların denetlenmesi de bizim sorumluluğumuzdadır. Bunu göz önünde bulundurarak çelik sektörü bundan sonra büyümesini veya tekrar yapılanmasını irdelemek zorunda kalacaktır. Umarım bu konularda kısa sürede yol alma şansına sahip oluruz ve bundan sonraki seminerlerde farklı şeyleri konuşma şansına erişiriz. Türk çelik sektörü aslında oldukça genç bir sektör. Bizim çelik üretimimiz bildiğiniz gibi Ulu Önder Atatürk’ün talepleri doğrultusunda 1938 yılında Karabük’te başladı. Bunun sonrasında büyümesi noktasında atılan adımlar aslında 1980’li yıllarda atılmaya başlandı. Çelik sektörü ciddi bir sermaye ihtiyacı göstermekte, sermayenin oluşması da oldukça zorlu bir süreçtir. Son 30-40 yıla baktığımızda, Türk çelik sektörü büyük bir aşama kaydetti. Öncelikle katma değeri düşük ürünlerin üretilmesi tercih edildi. Ancak bunun arkasında yatan düşünce genelde biraz önce bahsettiğim sermaye ihtiyacıdır. 2000’li yıllardan sonra artık ülkenin ihtiyacına yönelik uluslararası alanda rekabet edebilecek nitelikte malzemelerin üretimi ciddi bir noktaya ulaştı. Artık Avrupa’nın en büyük çelik üreticisi sıfatına ulaşacak noktaya geldik.
Türkiye’deki çelik sektörünün oldukça güçlü yönleri var. Birincisi genç bir sektör, ikincisi teknolojik anlamda şu anda var olan en yeni, verimli imkânlara sahip. Dezavantajları olsa da Türk çelik sektörü bunun avantajlarını çok iyi kullandı. Çünkü sermayedar da işin içerisinde olduğu için karar verme ve adaptasyon konusunda hızlı davranma imkânına kavuştuk. İhracat geçmişi, birikimi oldukça iyi. Bugüne kadar 130’dan fazla ülkeye ihracat yapıldı. Averaj olarak baktığımızda ise Türk çelik sektörü 100 ülkenin altına pek düşmüyor. İhracatta ise dünyanın en büyük altıncı üreticisi konumundayız. Aynı zamanda dünyanın en büyük beşinci ihracatçısıyız.
ÇİN KRİZİN ETKİLERİNİ ÇABUK ATLATTI
2019’un sonunda 2020 için bütçe yaparken kimsenin aklında bu sene yaşadığımız olaylar yoktu. Her birimiz normal koşullarda faaliyet göstereceğimiz varsayımıyla birtakım bütçeler yaptık. Fakat aradan iki ay geçmeden başka bir dünyaya uyandık. O günden bugüne kadar başka koşullara adapte olmaya çalışıyoruz. Türk çelik sektörünün diğer sektörlere nazaran bu koşullara daha iyi adapte olduğunu görüyorum. Ama ilk 10 ayda dünyada ne olduğuna bakarsak sektörde %3’lük bir daralma gözlemleniyor. Enteresan bir şekilde salgın Çin’de baş gösterdi. Biz bu işin sadece Çin ile sınırlı olacağını düşünüyorduk. Fakat bir baktık ki Çin salgını 3-4 ay içerisinde kontrol etti ve sonuçlandırdı. Bugün kendi bambaşka bir yere konumlandırmış durumda. Dünyanın birçok ülkesi bu sorunla baş etmeye çalışırken onlar rayına oturmuş bir sistemde eski düzenlerinde ilerliyorlar. Bu durum çelik sektörünü de oldukça derinden etkiledi. 1.8 milyar tonluk bir büyüklükten bahsediyoruz, bunun %60’ı Çin’de. Ben çelik sektörünü yıllardır bir otobüs örneğiyle tanımlarım. Biz yolcularız, bu yolcuların %60’ı şoför de dâhil olmak üzere Çinli. Çin direksiyonu nereye çevirirse bütün dünyadaki çelik sektörü de o tarafa doğru gidiyor. Bu sene de aynı süreci yaşadık. Dünyada %3’lük bir daralma varken Çin’in %4 büyüdüğünü görüyoruz. Çin’in dışındaki diğer bölgeler ortalama %10 küçülmüş durumda. Dünyanın ikinci büyük üreticisi Hindistan, üçüncü büyük üreticisi Japonya, ardından gelen ABD, Rusya, Güney Kore bu ülkeleri takip eder. Biz şu anda Almanya’yı geçmiş durumdayız. İlk dokuz ay itibariyle ABD, Japonya ve Hindistan’da %20 oranında küçülme söz konusu. Almanya ise %18 küçüldü. Türkiye ise Çin gibi %3 büyüyebildi.
Bu rakam olumlu gibi gözükse de bunu 2017 veya 2018 ile kıyasladığımızda gerilediğimiz ortaya çıkıyor. Çünkü 2019’da %10’a yakın bir daralma yaşadık. 2018 yılında Türkiye’de yaşanan kur kaynaklı ekonomik kriz ve 2017’den başlayarak dünyada dalga dalga yayılan korumacılığın etkileri Türk çelik sektörünü ciddi bir şekilde etkiledi. 2018’de toplamda 20 milyon ton çelik ihracatına ulaşabilmiştik. Bunun karşılığında 16 milyar dolarlık bir hasılat elde etmiştik. Bu toplam olarak Türkiye’nin ihracatının %10’una yakındır. Bu payla, otomotiv, kimya ve tekstilin ardından ihracatta dördüncü sırada kendimize yer buluyoruz. 2019’da miktar olarak 20 milyon tona yaklaşmış olsak da hasılatımız 14 milyar dolara geriledi. Bu sene, 11. ayın ilk haftası itibariyle %7-8’lik bir daralma görüyoruz. Yılın sonunda 18 milyar ton gibi bir rakama yaklaşacağız. Değerde de yaklaşık %15 oranında bir önceki yıla göre geriliyoruz; 12 milyar dolar seviyelerinde tamamlayacağız gibi görünüyor. Bu rakamları çok ötesine taşıyabilirdik. Fakat biraz önce belirttiğim korumacılık Türkiye’yi oldukça kötü vurdu.
ABD Başkanı Trump, çelik sektörü ile olan yakınlığı sebebiyle ilk hamleyi çelik sektöründe yaptı. Bunun sonucunda %25’lik bir vergi sektöre uygulanmaya başladı. Daha sonra bu vergi %50’ye çıktı ve biz ABD pazarından çıkmak zorunda kaldık. 2019 Nisan ayında vergi oranının tekrar %25’e inmesi nedeniyle bir şeyler yapılmaya başlandı. Çünkü inşaat çeliği denildiği zaman ABD yaklaşık 2 milyon ton çelik ithal eden bir ülkedir. Bu konuda Türkiye dışında fazla bir alternatifi de yok. Çin’den sonra dünyanın en büyük inşaat çeliği ihracatçısıyız. Yıllık yaklaşık 7-8 milyon ton arasında inşaat çeliğini ihraç ediyoruz. Katma değeri son derece düşük bir ürün olmasına rağmen inşaat çeliği konusunda Türkiye gerçekten büyük bir iş yaptı. Dünyadaki inşaat çeliği ihtiyacının büyük bir kısmını Türkiye karşılamaktadır. Sektör olarak birlikte iş yapabilme kültürünü biraz daha geliştirebilsek, kendi kendimizle rekabeti biraz daha aşağıya indirebilsek bugünden çok daha iyi bir konuma gelebiliriz. İşbirliği konusunda sıkıntılarımız var. Konuya tekrar geri dönecek olursak ABD’nin almış olduğu karar birçok ülkeyi de bu konuda heveslendirdi. Peşinden Avrupalılar da koruma önlemi aldılar. Avrupa pazarı Türk çelik sektörü için çok önemli, ihracatımızın %40’ını Avrupa’ya yapıyoruz. 2015’te 2.5 milyon ton, bir sonraki sene 3.5 milyon tona ihracata ulaştık. 2017’de 5.5 milyon ton, 2018’de ise 8.5 milyon tona çıktık. Avrupalı “Ben artık korumaya alıyorum, ihracatı 2015 ile 2017 arasındaki dönemin ortalamasıyla sınırlandırıyorum” deyince bir anda bizim artış potansiyelimizin önüne set çekti. Eğer bu koruma önlemi olmamış olsaydı Türkiye rahatlıkla 20 milyon tonun 10 milyon tonunu Avrupa’ya yapabilirdi. Rakamsal açıdan %50’yi temsil eden iki büyük pazarda iki darbe almamız sektörümüzü çok ciddi etkiledi. Çinliler salgın konusunda çok hızlı hareket edip normale döndükleri için bizler tekrar Uzak Doğu pazarlarına ulaşabilme imkânı elde ettik. Hatta enteresan bir biçimde son 20 senedir rekabet ettiğimiz Çin’e ihracat yaptık. Umarım gelecekte Çinli şoför frene basmaz. Görünüm kısa vadede böyle olmayacağı yönünde. Tahminim önümüzdeki yılın Haziran ayı itibariyle COVID-19, küresel salgın gibi kavramları duymayacağız. Dünya birçok kötü olay yaşadı ancak çok çabuk bir şekilde eski günlerine döndü. Nitekim aşı ile ilgili güzel haberler duyuyoruz. Sonuç itibariyle bu olayı geride bırakma imkânına kavuşursak dünyanın yeni bir ivme kazanacağını düşünüyorum. 2021’de işlerin olumlu olacağı beklentisi bizlerce hâkim. Mevcudu koruma düşüncesinin ötesine geçmek, değer yaratmak, olanın üzerine bir şeyler katabilmek için kârlılıkla çalışmamız lazım. Trump ve Avrupa Birliği’ni eleştirmiş olsam da aslında onlar da bu mantıkla yola çıktılar. Çünkü çelik gibi bütün üretimin temeli niteliğindeki bir malzemeyi üreten sektörün sıkıntıya girmesi diğer sektörlerin de sıkıntıya girmesi demektir. Bu mantıkla yaklaşarak bizlerin de sektörün varlığını koruyabilmesi ve mevcut olanın ötesine geçebilmesi için daha kârlı bir yapıya kavuşmamamız gerektiği karşımıza çıkıyor. Rekabet oldukça acımasız ilerliyor. Bazı ülkelerin avantajları var. Belli ülkeler ihracat yapmak zorundalar. Çünkü ürettiklerinin tamamını tüketemiyorlar. Bunların başında Ukrayna, Rusya, Japonya ve Brezilya geliyor. Japonya’yı bırakırsak diğer ülkelerin Türkiye’ye karşı çok büyük bir avantajları var, ucuz ham madde kaynaklarına sahipler. Maliyet yapıları oldukça farklı. Kendi iç piyasaları dar olmasına rağmen bu fazlalığı yurt dışında pazarlamaya çalışıyorlar. Ciddi bir rekabet savaşı başlıyor. Rekabetin getirdiği fiyat avantajı nedeniyle ürün ucuzluyor gibi görünse de asıl zarar sektörün üzerine biniyor.
AVRUPA’YA BİR REAKSİYON VERMELİYDİK
Bizler son 25 senedir Avrupa Kömür Çelik Topluluğu anlaşmalarına uymak zorundayız. Bunun bir faydasını gördük mü? Hayır, görmedik. Türkiye çelik ihracatı konusunda Avrupa’ya dayanıyor olsa da Avrupa da bir o kadar Türkiye’ye dayanmak zorundadır. Çünkü yapmış olduğu ihracatın en büyük pazarlarından biri Türkiye. Herhangi bir teşvik almadan tamamen kendi yağımızla kavrularak bugünlere geldik. Japon kendi ülkesinde 600 dolara sattığı çeliği Türkiye’de 400 dolara satabiliyor. Biz de bununla rekabet etmek zorunda kalıyoruz. Tüketiciler Türkiye’de ithalattan dolayı fiyatın ucuzladığını düşünüyorlar. Ancak burada yerli sanayinin mevcut olması bu fiyatın düşmesini sağlıyor. Yerli alternatifiniz var ise dışarıdaki üretici malzemesini burada satabilmek için fiyatını aşağıya çeker. Ancak yerli sanayiciye zarar verme noktasına gelinirse olayın şekli farklı bir boyuta evrilir. Bu bizim üretimimiz açısından da hiç olumlu olmaz.
Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’na (ECSC) üye olduğunu düşünen bir sektörün temsilcisi olarak son 1.5 yıldır Avrupa’dan gördüğümüz muameleye karşı herhangi bir reaksiyon vermememiz beni oldukça üzüyor. Mutlaka bir karşılık vermemiz gerekirdi. Dünya Ticaret Örgütü’ne bu konuda iki tane başvuru yapılmış olsa da bu konuda somut bir gelişme yok.
Yapısal çelikteki malzemeyi temsil edenler olarak önümüzdeki dönemde artık kendi payımıza neler yapmamız gerektiği noktasında daha fazla düşünmek zorundayız. Yaşadığımız topluma ve çevreye duyarlılık anlamında çözümler getirmeliyiz. Buna inancım sonsuzdur.