<b>Yener GÜR’Eş:</b> Forumumuz Dünya’da ve Türkiye’deki çelik sektörü açısından önemli bir konu başlığını taşıyor. “Türkiye ve Komşu Ülkelerde Çelik Yapılar İçin Olanaklar” Forumun Moderatörlüğünü değerli hocamız Prof. Dr. Gülay Altay yapıyor. Forum katılımcılarımız Sayın Yüksek Tiryakioğlu, Sayın Melih Şimşek, Sayın Günhan Karakullukçu, Sayın Faruk İnsel ve Sayın Fadıl Demirel şu anda yerlerini aldılar. Sözü Başkanımıza bırakıyoruz…
<b>Gülay ALTAY:</b> Çelik Yapılar Haftası İstanbul 2010’un son oturumunda, bu foruma katılan arkadaşlarımızla birlikte önce 5’er dakikalık sunuşlar halinde başlayacağız, daha sonra sizlerden alacağımız sorular, görüşler çerçevesinde etkileşimli bir biçimde forumumuzu gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz. Umuyoruz ki bu forum sizlere önemli mesajlar vermek için bir ortam oluşturur, çeliğin kullanımı alanında bir katkı yapılmış olur. Öncelikle katılımınız için teşekkür ediyoruz ve bu organizasyonu yapan Türk Yapısal Çelik Derneği’ne teşekkür ediyoruz ve TUCSA Başkanı Prof. Dr. Yardımcı’yı da kutluyoruz.
İlk olarak Sayın Fadıl Demirel ile başlayalım. Kendisi 1976 İTÜ Makine Mühendisliği mezunu. 1980 yılı İTÜ İşletme Mühendisliği’nden master almış, 34 yıllık bir çelikçi. Ereğli Demir Çelik’te 1977 yılında mühendislikle işe başlamış, Baş Mühendislik, Çelik İmalat İşletmeler Genel Müdürlüğü yapmış. ERDEMİR Genel Müdürlüğü’nün sonrasında şimdi de Karabük Demir Çelik İşletmeleri Genel Müdürü oldu. Halen de bu görevini sürdüren Fadıl Bey’e bırakıyoruz sözü…
<b>Fadıl DEMİREL:</b> Efsanelerden biliriz ki, Türk boyları Anadadolu’ya göç ederken demiri kullanarak gelmiş. Orta Asya’dan beri Türklere “demirin çocuğu” denir. Kimliği demir çelikle özdeşleşmiş bir milletiz, çelik bizim köklerimizde var. Atatürk’ün onayıyla 1937 yılında ilk Demir Çelik Fabrikasının temellerini attı. Kuran’da bile demirle ilgili ayetler olduğu bilinir. Fakat demir ayrıdır, çelik ayrıdır. Türkiye’de demiri üretebilen fabrika üç tane var. İskenderun, Ereğli ve Karabük. Ama yapılmış çeliği tekrar ergiterek alaşımlandırıp haddeleyen yaklaşık olarak 22 civarından mini miller ya da izabeciler var. Dolayısıyla demir çeliğin Türkiye’deki genel profili bu. şimdi baktığımız zaman Türk demir çelik üreticilerinde şu anda yaklaşık olarak 38 milyon ton kapasite var Türkiye’de. 1980’lerde bu rakam 3,5 milyon ton civarındaydı. 80’den bu yana geldiğimiz rakam bu. Fiilen de şu anda 27 milyon ton civarında üretim yapılıyor. İki türlü nihai ürün grubu var, yassı ve uzun ürünler grubu. Bizim ülkemizde yassı üretim yapan yegane tesis bir-iki yıl öncesine kadar sadece ERDEMİR idi. Ama son zamanlarda buna bir-iki tane daha fabrika ilave oldu, Tosyalı gibi Çolakoğlu gibi. Bir-iki tane de niyet etmiş olanlar var. Böylelikle yassı üründe de artma oldu. şimdi ihtiyaçlara baktığımız zaman Türkiye’de 19 milyon ton civarında uzun ürün üretimi var, geri kalanı da yassı üretiyor. Ama uzun üretimi Türkiye tüketiminin iki katı civarında. Bunun anlamı, uzun mamül üretenler üretimlerinin yarısından fazlasını ihraç etmezlerse yaşayamazlar. şimdi son zamanlarda yassıya yapılan yatırımlarda, ki yassıda da bunun tam tersi vardır, yassıda Türkiye’nin tüketiminin yarısı civarında üretim var, orada da Türkiye’nin ürettiği kadar da Türkiye’ye ithalat vardır. Son zamanlarda yapılan yatırımlarla Türkiye’nin üretimi kadar yassı ürün kapasitesi doğmuş durumda. Dolayısıyla böyle bir profile baktığımızda Türkiye 38 milyon ton ile Avrupa’nın ikincisi durumunda. Almanya’dan sonra Türkiye ikinci sırada çelik üreticisi. Dünyada 11. sırada. Bölgeye baktığımızda ise bölgenin lideri durumunda. Yine ürün bazında baktığımız zaman çevre ülkelerde, kendi komşu ülkelerimizde lider olduğumuzu, tek olduğumuzu görürsünüz. şu anda ray üretiminde KARDEMİR Türkiye’de tek ray üreticisi, bölgenin de tek ray üreticisi. Yine 550 mm.’ye kadar I, U ve diğer profillerde de bölgenin tek ağır profil üreticisi. Bunları değerlendirince bölgenin şekilenmesinde Türkiye gerçekten sevinilecek bir noktaya gelmiş durumda. Adeta bölgenin çelik formasyonu Türkiye liderliğinde yapılanacak gibi görünüyor. Ben burada kesmek istiyorum, arkadaşlarımız da konuşmasına şans vermek için, saygılar sunuyorum.
<b>Gülay ALTAY:</b> Sayın Demirel’e çok teşekkür ederiz. Bu gerçekten iyi bir giriş konuşması oldu. şimdi Sayın Günhan Karakullukçu’ya söz vermek istiyoruz. Galpan Ularte Yönetim Kurulu Üyesi. 1988 Boğazici Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu. 1993’de Yale Üniversitesi’nde para politikası ve kamu ekonomisi üzerine çalışmalar yapmış. Kendisinden bizim istirhamımız, bu konuda ekonomik açıdan bir değerlendirme yapması. Çeliğin bugünkü durumu, kullanımı konularında bizlere bilgi aktarmasını bekliyoruz.
<b>Günhan KARAKULLUKÇU:</b> Ben eğitim olarak iktisatçıyım ama yaptığım iş açısından çelik yapılar üreticisi, sanayiciyim. Beni bu toplantıya davet ederlerken çelik üreticisi değil de iktisatçı sıfatıyla konuşmamı istemişlerdi, dolayısıyla ben çelik imalatcısı olarak değil de iktisatçı olarak konuşmaya gayret edeceğim. Toplantının çerçevesini çizen konuya baktığımızda bizim derneğimiz, Türk Yapısal Çelik Derneği, çelik kullanılarak üretilen ürünleri kapsayan bir dernek. Yani mühendislik, imalat, montaj gibi. Çeliğin biz tüketicisiyiz. Tükettiğimiz alanlar da daha çok yatırım alanları, dolayısıyla ekonomi ile çok yakından ilgili bir mesleğimiz var. Makro ekonomik gelişmelerden çok yakından etkileniyor ama tabii ki bir başka durum da var, makro ekonomik gelişmelerden etkilenmesi zaman zaman gecikmeli oluyor. Yani problemleri biraz daha geç hissediyoruz, biraz ekonomi düzelmeye başladığında da diğer taraftan düzelmeyi de biraz daha geç hissediyoruz. Ekonominin geneline çok bağlı bir mesleğimiz var. Genel anlamıyla baktığımızda Türkiye ve çevresi ile ilgili olarak düşündüğümüzde iki tane ana konu görüyorum ben. Bunlardan bir tanesi halihazırda çelikten başka bir malzeme ile yapılamayacak durumlar var. Bir diğeri de betonarme ya da başka sistemlerle yapılabilecek alternatif olabilecek durumlar var. Sadece çeliğin söz konusu olduğu alanlarda zaten kendisinin içinde bir gelişmesi var. Yapısal Çelik Derneği olarak da o alanda bir etki yapmanın bir imkanı yok. O nedenle ben daha çok dikkatimi çeliğin alternatifi olabilecek, dolayısıyla makro ekonomik gelişmelere bağlı olarak ya da pazarlardaki lokal şartlara göre gümrük vergilerine veyahut da alternatif ürünlerin fiyatlarına bağlı olarak değişebilecek alanlara çevirmek istiyorum. Burada da gördüğümüz şey şu: karşısındaki alternatifin ucuz olduğu ülkelerde, çeliğin alternatif bir yapı ürünü olarak gelişmesinin önünde yapısal engeller ortaya çıkıyor. Bunda da tabii ki bizim dernek olarak yapmış olduğumuz çalışmalarla etkileyemeyeceğimiz durumlar ortaya çıkıyor. Mesela bir ülkede, o ülkenin çimento sanayi ile ve o çimento sanayi ile çok bağlı olan hazır beton sanayi ile ilgili olarak rekabet, tam rekabet seviyesinde ise, gümrük vergileriyle olsun, ülkenin lokasyonu ile igili olsun, o ülkede oluşan fiyat, hazır beton fiyatı, tabii ki en kestirme tarafında baktığımız zaman, betonarmenin içinde kullanılan inşaat çeliği anlamında da baktığımız zaman bunların izafi fiyatlarının, karşılıklı fiyatlarının durumu, bizim göstereceğimiz çabaların bir yere gidip gitmemesi konusunda çok etkili oluyor. Sizler de piyasanın çok içindesiniz ve yakından takip ediyorsunuz, Avrupa’ya baktığımızda, Avrupa’da pratikte betonarme, hazır betonun veyahut inşaat çeliğinin şantiyeye gitmiş haliyle Türkiye’deki durumu karşılaştırdığımızda önemli bir farklılık olduğunu, Türkiye’de beton alternatifinin çok daha ucuz olduğunu görüyoruz. Buna mukabil yapısal çeliğin hammaddesini oluşturan malzemelerin, bir kısmı yurt dışından geliyor, yurt dışından gelmese bile çok uluslararası bir pazarı var, çok da kolay nakledilebiliyor, bölgesel tekellerin oluşması çok zor, ya da bölgesel fiyatların oluşması çok zor, bu nedenle biz Avrupa’ya oranla çok daha ucuz olan bir malzemeye karşı maliyetlerimiz, bihassa da ana hammadde girdimizle, Avrupa fiyatlarında olan bir malzeme ile rekabet ediyoruz. Yani kültürel problemlerin dışında bir de birtakım iktisadi zorluklar var. Bu tabii demin de vurguladığım gibi genel anlamıyla baktığımızda bizim çeliğin zaten rakipsiz olduğu proses tesislerinden bahsediyorum, onların dışındaki, konut olsun, köprüler olsun, yahut ofis binaları olsun, onlar için geçerli. Burada da tabii mesafeyi kapatmak için, çeliğin çok daha verimli ve kendi avantajlarını çok daha rahatlıkla göstermesi için çaba vermesi gerekiyor. Ama bunda da sonuç hem o ülkedeki iktisadi şartların, alternatif ürünlerin fiyatını belirlemesinin akışı ile ya da gelişimi ile ve bizlerin göstermiş olduğu çaba ile ilgili. Yani tek başına kontrol edilebilecek bir şey değil. Bu perspektiften baktığımızda hem Türkiye’de hem de çevresindeki ülkelerde değişik durumların olduğunu görüyoruz. Bazı ülkelerde betonun bile alternatif olarak bulunmasının zor olduğu fakat onun fiyatının daha yüksek olduğu durumlarda bizim buradan çeliğin imalatını yapıp montajını yerinde yapmamız daha avantajlı hale geliyor. Buna mukabil kendi burnumuzun dibinde, çok yakınımızda olduğunu düşündüğümüz durumlarda söylediğim alternatifin gelişmişliği, yahut rekabet gücünün yüksekliği, yahut da alışkanlıklar nedeniyle sonuçta istediğimiz şekilde rekabet etmemiz çok mümkün olmuyor. O nedenle genel anlamıyla baktığımızda iki tane ayağı var bunun, biri alternaitfli oluğumuz durumlarda başka ürünlerin fiyatlarının piyasada nasıl belirlendiğinin sonucu, belirlenme şekli, çeliğin piyasadaki giriş ya da piyasadaki işgal ettiği alanı çok daha doğrudan etkiliyor. İkincisi de makro iktisadi şartlardan kaynaklanan sebepler bizim icin çok etkin oluyor. Bu durumda da baktığımızda 2008 yılından başlayarak ağırlaşmaya başlayan kriz önce tabii ki yatırım mallarını ve yatırımları etkilediği için bizim sektörümüzü de çok derinden etkiledi. Bu sade bizim ülkemiz için değil başka ülkelerde de geçerli ama. Bir örnek vereyim, bununla ilgili tedbir aldığını düşündüğümüz bir ülke, belki uzaktan bakılınca böyle görünen Fransa, çok büyük yatırımlara girişmeye karar verdi, bununla ilgili kararlar aldı, yani o kriz döneminde krizin etkisini ortadan kaldırmak için bir insiyatif gösterdi, Cumhurbaşkanları çıkıp bunu anlattı herkese, ama sonuç olarak baktığınızda daha istimlakları bile yapamadılar. Büyük hızlı tren hatları var, parayı tahsis etmişler, ihalaleri var ama bunlarla ilgili olarak bir çelik firmasının ya da bir müteahhitin çalışmaya başlayabilmesi için en erken tarih: 2012. Yani kriz zaten 2008’de başladığında bununla ilgili bir tedbir alınması söz konusu olduğunda, etkisinin piyasaya harcama olarak çıkmasının 2012 olması düşündürücü. Fransa, tabii özel bir örnekten bahsediyorum, olanı, gördüğümüzü iletiyorum. Bizim sektörümüzün dalgalı bir sektör olduğunu baştan kabul etmemiz ve dolayısıyla iyi günlerde her zaman için kötü günlerin hesabını yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü maalesef son 30 yıla 50 yıla baktığınızda biraz gemi sektörü de bunun gibi, iyi yıllar var kötü yıllar var, o kötü yılların koşullarını bizim etkileme şansımız hemen hemen hiç yok, dolayısıyla makro şartlardan kaynaklanan kötülükler bunlar, bu nedenle de iktisadi perspektiften çok da derine gitmeden bu işin uzun vadeli bir iş olduğunu hem başkalarının fiyatlarından hem de genel iktisadi gündemden etkilendiğini bilerek performansınızı en yüksek yere çıkarmaya gayret etmekten başka şansımızın olmadığını düşünüyorum. Teşekkür ederim.
<b>Gülay ALTAY:</b> Sayın Karakulluçu’ya çok teşekkürler. Tabii iktisadi açıdan bakınca mühendislerin bakışından biraz daha farklı görünüyor zannediyorum. Birçok parametre var sıralayabileceğimiz muhetemelen. Bazen şöyle de düşünmek mümkün, herşey her zaman bu olasılık hesaplarındaki çan eğrisinin içine düşmüyor, bazen de kenarına düşüyor. Mesela 1999 Depremlerinde Türkiye’de bir müsibet bin nasihattan iyidir sözünü hatırlatan cinsten, birden bire prefabrike yapılar rekabet açısından çok önde gittiği bir süreçte, bütün sanayi tesislerinin prekast betonarme yapıldığı süreçte, herşeyi tersine çevrilebildi. O zaman anlaşıldı ki, çelik en uygun malzemedir, özellikle deprem bölgelerinde kullanımı açısından, gerek sanayi yapılarına, gerekse yüksek yapılarda. Ben burada tabii ki söylemek isterim ki, betonarmeyi de iyi yaparsanız uygun, güvenli olabilir ama bizim uygulamalarımızda maalesef böyle olmadığını gördük. Bundan sonra tabii düzelme yönünde adımlar atıldı. Bu konularda da daha fazla söz söyleyebilecek olan üçüncü konuşmacımız, Melih şimşek’e söz vermek istiyorum şimdi. Melih şimşek Akşan Yapı A.ş. Yönetim Kurulu Başkanı ve Akkon Çelik Yapı A.ş. Yönetim Kurulu Üyesi. 1968 yılında doğdu. 9 Eylül Üniversitesi İnşaat Fakültesi mezunu. 1999 depremlerinden sonra dünya yapı teknolojilerindeki değişimleri yakından izleyip alternatif yapı sistemleri araştırmaya başladıktan sonra taahhüt işlerine hafif çelik yapı sistemleri ile devam etti. buradaki konusması çeliğin ülkemizde ve çevre ülkelerde tercih edilmesinin sebepleri olacak. Buyurun Sayın Melih Bey…
<b>Melih ŞİMŞEK:</b> Tabii çelik dediğiniz zaman gerek bu masadaki konuklar, gerekse izleyicilerimiz, çeliğin teknik özelliklerini aslında yeterince biliyoruz. Fakat bölgeden bölgeye, coğrafyadan coğrafyaya da çeliğin bazı özellikleri zaman zaman ön plana çıkıyor, zaman zaman geri plana düşüyor. 1999 depremleri sonrasında çelik depreme karşı çare özelliğinden dolayı ön plana çıkmıştı. Çevremizdeki ülkelere baktığımızda hemen hemen tamamına yakını az gelişmiş ülkeler. Burada kaynaklar var, özellikle fosil yakıtlarla alakalı, enerji ile alakalı çok ciddi kaynaklar var. Dolayısıyla hızlı gelişmek istiyorlar, çağdaş seviyeye ulaşmak istiyorlar. Dolayısıyla hıza ihtiyaçları var. Dolayısıyla çevre ülkelerde hız faktöründen dolayı çeliği tercih edebiliyorlar. Son zamanlarda dünyanın tüm ülkelerinin algısı çevre yönünde çok hızlı artmaya başladı. O algı bir manada bir sorunu ortaya koyduğu gibi beraberinde de bir çözümü ortaya koymayı zaruri kılıyor. Ve bu da çelik adına bir başka motivasyon oluyor. Sanıyorum önümüzdeki on yıl bu motivasyon çelik adına belki de çok önemli motivasyonlardan birisi olabilir. Yani çevreci olaması, geri dönüşümlü olması aslında önemli bir soruna çare olabilir. Burada Türkiye adına da ciddi fırsatlar var. 10 sene öncesine kadar Türkiye’de çelikten konut denilebilecek bir sektör yoktu. Genellikle endüstri yapılarında kullanılırdı. Çelikte konutu ya Amerikan dizilerinde görürdünüz ya da yabancı dergilerde. Ama 1999 depremlerinden sonra Türkiye’de de çelik konut gündeme geldi. Ve aslında hızlı da büyüdü. Türkiye’de şöyle bir anlayış var: çelik dünyasında geldiğimiz nokta köprüler, büyük yapılar, geniş açıklıklı tesisler gibi yapılar olduğu için çelik sadece öylesine ultra büyüklükte ve lüks yapılarda kullanılır gibi bir durum vardı. Zaten gelişmekte olan bir ülkeyiz, kamu zaman zaman yatırım yapabiliyor zaman zaman yapamıyor, ama konut bizim ülkemizde çok ciddi bir ihtiyaç. Her yıl 300 ile 500 bin arasında konuta ihtiyaç var. Ben biraz önce Fadıl Bey’in verilerinden ülkemizde yaklaşık 19 milyon ton uzun ürün var bunun yarısını ihraç ediyoruz, yaklaşık 9,5 milyon tonu gibi iç piyasa kullanıyor diye notlar aldım. 500 bin konut ne demektir diye baktığımda, aslında çok büyük bir iş miktarı. Küçük küçük ama çok büyük bir iş miktarı. Bunun yüzde 10’unun bile çelik sistemle yapıldığını düşünün yılda yaklaşık 50 bin konut, bunun ortalama çözüm ağılığıyla tüketim miktarına bir bakın, yaklaşık 750 bin ton diye bir şey çıkıyor karşınıza. Bunun da ekonomik büyüklüğüne bir bakın, bügünkü piyasa değerlerinden işlediniz uyguladınız, yaklaşık 1,5 milyar dolarlık sadece çelik konut içinde kullanılan strüktüre ait büyüklük. Bu büyüklüğü de normal vasıflı bir binanın %20-25’inin karkası olduğunu düşünün demek ki 6 milyar dolarlık bir büyüklük. şimdi bütün bunlar ışığında şöyle bir şey gözükmüyor mu? Yani oynanacak yer sanki Türkiye’de konut sektörü. Küçük küçük ama bir ihtiyaca cevap verebiliriz, deprem motivasyonumuz da var. Aslında gelişmekte olan ülkeyiz, nüfus artış hızımızdan dolayı hızlı bir üretime ihtiyacımız var. Bir de karbon salınımı en yüksek ülkelerden birisiyiz. Kyoto Anlaşması’nı imzaladık, burada da bir sorunumuz var, 2013’de karbon salınımı dolayısıyla ödeyeceğimiz ceza miktarı 4 - 4,5 milyar dolar civarında olacağı söyleniyor, bu bizim açımızdan faleket. Dolayısıyla burada aslında sanki büyük bir fırsatımız var. Bu fırsatı değerlendirirken konut sektörünü atlamamak gerekiyor. Fadıl Bey’in dediğine göre aslında bizim ciddi bir hammadde kaynağımız var, uzunda bir sorun yok, sürekli yatırımlar geliyor, yassıda zaten sorun yeni firmalar kurularak aşılıyor, aslında dünyada 11’nciyiz, bölgede lideriz, en önemlisi biz dünyada ikinci büyük müteahhitlik ülkesiyiz. Yani bu sene itibariyle Çin’den sonra ikinci büyük müteahhitlik ülkesiyiz. Aslında çelik adına her türlü fırsat da var. Sanki bu kısa süre içinde tercih değil de zaruret olacakmış gibi hissediyorum. Özellikle çevre ülkelerde hızlı yapılaşma isteegi, çağdaş seviyeye gelmek için, çelik çok avantajlı bir sistem. Hız faktörü açısından buradan ayrı bir fırsat doğuyor. Müteahhitlik sektörümüzün büyüklüğünü ve deneyimlerini de kattığımızda ortada enteresan fırsatlar olduğu görünüyor. Çeliğin çok ciddi teknik özelliklerinin yanında ciddi finansal özellikleri de var. Yurtdışında iş yapıyorsunuz, ücra bir yerde, orada beton santralinizi kuruyorsunuz, mobilize oluyorsunuz, çimento, kaynak bulamıyorsunuz, bütün bunların yerine Türkiye’de ürettiğiniz temel üzerindeki her şeyi ihraç ediyorsunuz çelikte. Bunun memlekete de faydası var, güvenli bir ticaret yapıyorsunuz. Bu volümdeki işlerde akreditiflerle çalışılıyor. Genellikle karşı tarafın, işverenin iki dudağı arasında kalmıyor. Akreditif açıyorsunuz, kaba inşatınıza ihraç ediyorsunuz. Çevre ülkelerde şöyle bakılır, evet kaynak var ama bir Libya güvenli midir? Kaddafi yarın kovar mı? Irak’ta güvenli ticaret yapılabilinir mi? gibi sorunlara da çeliğin teknik tarafı, finansal bir çözüm getiriyor, akreditifinizi açtırıyorsunuz, kaba yapıyı da ihraç ediyorsunuz. Başka sistemlerde risk alıyorsunuz, yapımcının ağzına bakıyorsunuz. Çelik bu konuda önemli riskleri de ortadan kaldırıyor.
<b>Gülay ALTAY:</b> Melih Bey çok iyimser bir tablo çizdi ama bu gibi çözümlemeler de olmasını bekliyoruz bu forum içerisinde. şimdiki konuşmacımız Yüksel Tiryakioğlu. 1942 İstanbul doğumlu. 1968’de İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. 1972-92 yılları arasına STFA şirketler Grubu’nda Libya, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgede şantiye müdürlüğünden başlayıp, Grup Müdürülüğüne ardından da Yönetim Kurulu Üyeliğine ilerledi. 1992 yılında Eser Tümen, Ersin Takla ve Oğuz Bozkurt ile birlikte TML İnşaat Taahhüt Ticaret ve Turizm A.ş.’yi kurdu. Halen de TML İnşaat’ın Yönetim Kurulu Üyesi olan Yüksel Tiryakioğlu’nun buradaki konuşması yapısal çeliğin kullanım alanları ve artırma imkanları üzerine.
<b>Yüksel TİRYAKİOĞLU:</b> Bilindiği gibi Türkiye’de yapısal çelik kullanımı istenilen düzeylere erişememiştir. Endüstriyel yapılar, geniş ve yüksek açıklık gerektiren tesislerde çelik kulanımı kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu alandaki yatırımlara bağlı olarak yapısal çelik kullanımında belirli bir artış görülmektedir. Fakat bunun yeterli olmadığı da bir gerçektir. Benim ele almak istedigim konu, yapısal çeliğin ülkemizde çok yaygın kabul gören, tercih edilen betonarme sistem ile kıyaslanabilir bir duruma gelebilmesi için yapılması gerekenleri kısaca sıralamaktır. Öğrencilik yıllarımda, 1965’de İsveç’te,1966’da da İspanya Madrid’de staj yapma olanağı bulmuştum. Tahminimin aksine Madrid’de o tarihlerde orta yükseklik olarak tarif edilebilecek10-15 katlı yapılarda çok büyük oranda yapısal çelik kullanılmakta idi. O zaman malzeme, mühendislik, ekonomi, fiyat göz önüne alındığında İsveç ile İspanya’yı kıyaslamak pek mümkün değildi. Hatta yönetim sistemi nedeniyle İspanya diğer Avrupa ülkeleri tarafından da dışlanmaktaydı. Buna karşılık sanki bir seferberlik uygulanıyormuş gibi çelik yapıların teşvik edildiğini gözlemlemiştim. Tabii o yılların İspanya’sındaki politik rejim buna olanak sağlayacak konumdaydı. Staj yaptığım proje bürosundaki çalışanlar da bu görüşümü teyid ediyorlardı. Diğer dikkatimizi çeken bir husus da kullanılan malzemenin hafifliği olmuştu. Yapılan hesapları tetkik edince çok yüksek mukavametli mazemelerin kullanılmakta olduğu ortaya çıkıyordu. Demek ki bu yapılaşma sistemi güdümlüydü. Bugün böyle bir devlet politikası uygulamak elbette çok mümkün değildir ama çelik yapıların geliştirilmesini özendirmek için de yapılacaklar vardır. Konuyu projelendirme, malzeme, imalat, uygulama ve ekonomi olarak basitçe ele alırsak, projelendirme yakın zamana kadar önemli bir sorundu. Yeterli birikimin olmaması, her kademede yetişmiş eleman azlığı ve çelik projelerinin çok fazla detay ihtiva etmesi projecilerin bir hendikabı idi. Günümüzde bu sorunun büyük olçüde aşıldığı düşünülebilir. Türkiye’de yerel çelik malzeme, çeşitlilik yönünden halen kısıtlıdır. Bu konuda yatırımların yapılması gereklidir. İmalat konusunda da birçok engel aşılmıştır, istenen kalitede proje ve şartnamesine uygun imalatlar gerçekleştirilmektedir. Uygulama içinse aynı şeyleri söylemek çok doğru olmaz. Tecrübe ve yetişmiş eleman eskikliği vardır. Neticede uygulmayı fiili olarak betonarme sistemde de, çelikte de formen ve yanındaki ustalar yapar. İşte bu sebeplerdendir ki, çelik yapılar uygulama yönünden tercih edilmemektedir. Ekonomik faktörler de Türkiye’de çelik sistemin aleyhinedir. Örneğin çelik yapılardaki hızlı bitirme faktörleri ülkemizde pek hesaba katılmamaktadır. Gelişmiş ülkelerde çelik sistemlerin tercih edilmesine neden olan öncelikler pek dikkate alınmamaktadır. Buna yapıların deprem emniyeti de dahildir. Yaşadığımız depremlerde büyük kayıpların olması, insan hayatının gözardı edilmesini üzülerek görmekteyiz. Adapazarı, Gölcük, Çınarcık depremlerinin ardından nelerin değiştiğine bakarken, deprem riski taşıyan İstanbul’da dahi çelik yapılara öncelik verilmemesi düşündürücüdür. Türkiye’de çelik yapıları sübvanse etmek mümkün olmayabilir ama buna karşılık milli bir politika ile çelik yapıları, bilhassa deprem riski yüksek bölgelerde teşvik etmek kabildir. Gelişmiş ülkelerde bunun bir çok örnekleri vardır. Yurtdışı müteahhitlik kurumunun halihazırdaki durumu ve çelik yapıların geliştirilmesi konusuna gelirsek, dünya sıralamasında ilk 225 içindeki Türk şirketlerinin ciroları 14 milyar dolar civarındadır. Global konjönktür dikkate alındığında bu mebla ulaşılması önemsenecek bir başarıdır. Burada detaylarına girmeden söz etmek istediğim husus bu başarıda Türkiye’deki finansman maliyetinin yüksekliği, teminat mektubu zorlukları ve maliyeti, aşırı değerlendirilmiş Türk Lirası’nın etkisi, bilhassa Avrupa ülkelerinde müteahhitlere sağlanan sigorta işlemlerinin olmayışı gibi negatif faktörleri de dikkate almak gerekir. Bununla beraber sadece bu cirolar yeterli değildir. Bunun yanında projelerin bünyesine girecek malzemelerin, imalatların temin edilmesi de önemli bir unsurdur. Bu arada bilhassa çelik malzeme konusunda yetersizliklerimiz vardır. İmalat yeterli olsa da malzeme çeşitsizliği, enerji maliyetlerinin yüksekliği teknolojik eksiklikler giderilmesi gereken etkenlerdir. Türk müteahhitlik şirketleri bir kademe daha yükselerek uluslararası pazarlarda IPG, diye tabir edilen şekilde yerini almak zorundadır. Bugün için buna ait alt yapısı tam olarak teşekkül etmemiş olabilir. Son yıllarda Güney Kore şirketlerini gözlemlediğimiz zaman çok kısa zamanda bu başarıya ulaştıklarını görüyoruz. Bu bize bir yol haritası çizebilir. Uzun yıllar aynı pazarda büyük bir rekabet ettiğimiz Güney Koreliler ululsal bir planlama ve muhtemelen Japonları da örnek alarak bu seviyeye geldiler ve dünya pazarlarında önemli bir yer tuttular. Türkiye de aynı başarıyı gösterebilir. Bilhassa yakın çevresini hedefleyerek, planlamamızı, alt yapımızı buna göre organize edersek, eksiğimiz olan uluslararası mukavele tatbikatına uyum, ileri teknoloji transeferi, otomasyon ve bilhassa proje üretimi konularında hızlı bir ilerleme ile bu pazarlardan pay almak mümkün olacaktır. Yurdumuz için bir övünç kaynağı olan bir Devir Teslim Töreni yapılmaktadır. Bu vesile ile bana bu konuşmayı yapma olanağı yaratan Avrupa Yapısal Çelik Birliği Başkanı Prof. Dr. Nesrin Yardımcı’ya, Yönetim Kurulu Üyelerine ve tüm emeği geçenlere teşekkürlerimi iletir, başarıların devamını dilerim.
<b>Gülay ALTAY:</b> Çok net, açık ve tam mühendisçe toparladınız konuyu. Hem görüşlerinizi, hem de önerilerinizi dinlemiş olduk. Forumun birinci turunun son konuşmacısı Faruk İnsel’e söz vermek istiyoruz şimdi. Faruk İnsel yüksek lisans eğitimini ODTÜ Makine Mühendisliği bölümünden aldı. 1989 yılına kadar çelik yapı şirketinde proje-imalat-montaj mühendisi olarak görev aldı. 21 yıldır da kendi proje şirketinde çelik yapı projeleri gerçekleştirmekte. 35 ülkeden 500’e yakın projede görev alan İnsel ECCS Yapısal Çelik Tasarımı Ödülü sahibi aynı zamanda. şimdi sizi dinliyoruz…
<b>Faruk İNSEL:</b> Aslında benden önceki değerli konuşmacılar söylenebilecek her şeyi anlattılar, bana söylenebilecek fazla bir söz kalmadı. Ben genel olarak toplantımızın başlığı doğrultusunda önümüzdeki yıllarda, gelecekte Türkiye ve çevresindeki ülkelerde yapısal çeliğin önündeki fırsatları değerlendirmeye çalışacağım. Öncelikle yapısal çelikten ne anladığımıza bir bakalım. Endüstriyel yapılar var, konut ve çok katlı yaplar var, köprüler var, mimari yapılar var, oldukça karmaşık yapılar var. Bunların geleceği, nereye gidiyor, biz neredeyiz, bunları bir irdelemeye çalışalım isterim. Öncelikle hangi ülkelerden bahsediyoruz. Çevre ülkeler derken, Türkiye’nin çevresinde bir yanda Bağımsız Devletler Topluluğu, yani Kazakistan, Rusya gibi, diğer yanda Kuzey Afrika, belki Cezair’e kadar olan Kuzey Afrika demek doğru olur, Tunus, Libya, Mısır’da dahil, Körfez Ülkeleri, Orta Doğu Ülkeleri, bir de Balkanlar var. Bu bölgenin dünya yapısal çelik payı, toplam % 7 ile 8 arasında. Bu rakam aslında kritik bir rakam. Bu büyüklük aslında biraz daha % 15 lere çıkması lazım. Ne yaparsak bunu çıkartabiliriz, ona çalışmamız lazım diye düşünüyoruz. Bir kere bizim önümüzdeki fırsatlar nedir? Bizim önümüzdeki tehditler nediri de beraber irdelemeden olmaz. Buna da üç ayrı başlık altında bakarak yapalım, bir tanesi işin teknolojik yönü, bir diğeri ekonomik yönü, bir de işin sosyal yönü vardır. Teknik yönünde bizim çözmemiz gereken, bizi zorlayan mesela depremdir. Çünkü bu bölge de maalesef Türkiye gibi deprem bölgesi olan alanlar var. Örneğin Balkanlarda Romanya’nın başşehri Bükreş, diğer yanda Bakü, bunlar da ciddi deprem kuşağında olan bölgelerdir. Tahran, ki birinde 30 bin diğerinde 80 bin kişi olmüş. Keza Almaata. Buralarda deprem bir yaşam gerçeğidir ve teknik olarak burada çelikçilere de büyük sorumluluk düşmektedir. Bu bizim çalışmalarımızı artırması gereken bir faktördür. İşin teknik yönünde bazı risklerimiz de vardır, bunu biraz sonra konuşalım, ekonomik olarak bölgede çok enteresan bir durum var. Normal olarak dünyada enerji, çeliğin en büyük kullanım kaynaklarından bir tanesidir ve enerji fiyatları artarken çeliğin fiyatı artar ve kullanımının azalması beklenirken, bizim tam tersi bir pozisyonumuz vardır. Zira petrol fiyatları arttığı zaman bölgedeki yatırımlar artar, insanlar kısa vadeli düşünür. Cebimde 10 lira var, çelik daha ekonomik ama 12 lira ama ne yapalım ben cebimdeki 10 lira ile daha ekonomik olmadıgını bile bile alternatifi kullanmak zorundayım demezler. Bir ikincisi özellikle Körfez bölgesinde olduğu gibi önümüzdeki yıllara bırakabilecek anıtsal yapılara yönelebilirler ve bunlar çok ciddi rakamlaradır. Örneğin biraz evvel Türkiye’nin önündeki 1,5 milyara yakın konut sektöründeki fırsattan bahsederken benim aklıma bir Türk firmasının Katar’da yaptığı bir toplantı salonu geldi. Bir milyar dolarlık bir projedir. Ki bunun yanında da bir hipodrum üstü kapatma işi vardır, 450 milyon dolarlıktır. Ki bunlar da tek proje değildir bunun gibi çok proje vardır oralarda. Çeliğin önünde çok büyük bir pazar vardır bu bölgede. Aynı zamanda petrol fiyatlarının artmasıyla artacak olan, aksi de doğrudur bunun, petrol fiyatları düştüğü zaman, enerji fiyatları düştüğü zaman bu sefer de rekabet için çeliğin fiyatı azalacağı için yine biz şanslı bir konumdayız. İşin bir de sosyal yönü var. Bu da biraz acı ama bölgeyi dolaşanlar iyi bilir ki çeşitli sebeplerden dolayı ya bağımsız devletler topluluğunda kullanılan eski teknolojilerden dolayı, ya Afrika’nın geçmişinden dolayı, ya da hemen yanıbaşımızdaki Irak’ın yeniden baştan yapılmaya ihtiyaç duymasından dolayı, bizim yapı stoğumuzdaki hepimizin bildiği sıkıntılardan dolayı, mevcut yapı stoklarının yenilenmesi, kalitesinin yükseltilmesi gereği vardır. Bu da diğer inşaat sistemlerinde olduğu gibi çelikte de bir fırsattır. Hakeza önemli bir teknolojik dezavantajımız vardır, başta söyleyip sonra konuşalım dediğim. Bu da bu bölgedeki çok renkliliktir. Bizim büyüklüğümüzdeki diğer pazarların tek bir standart altında toplanmış olmasına rağmen bizde her türlü standart vardır. Bizdeki arkadaşlar İngiliz standartları, Avrupa standartları ve hatta Rus standarlarıyla uğraşmak zorundadır.
Bir proje yapacağı zaman o projenin o ülkeden nasıl geçeceği konusunu da bilmek zorundadır. Biz bu bölgelerde bir yere geleceksek bu standart dağınıklığını, çesitliliğini bir yere getirmek lazım. ECCS bizim için bir şanstır. Biz Avrupa Standartlarını kullanabiliriz diye düşünüyorum. Bir diğer konu sosyal olarak da yine bulunduğumuz Akdeniz havzasında hepimizin şikayet ettiği bir mimari kültürümüz vardır. Kuzey ülkeleri ve Uzak Doğu yüzyıllar boyunca ahşaptan evlerini yapmış, bugün de çeliği kullanıyorlar, alışkınlar. Halbuki bu havzadaki insanlar yıllar boyunca evlerini taştan yapmış ve artık duvara vurduğunda çelik gibi hafif bir şeye değil de taş gibi daha ağır bir sey olmasını bekliyor. Bunları değiştirmek de kolay değil ama bir şeyler yapmamız gerekir diye düşünüyorum.
<b>Gülay ALTAY:</b> Sizin konuşmanızdan sonra biz üniversitelerde öğrencilerimize hangisini öğretmeliyiz acaba diye düşündük, hepsini öğretmek mümkün değil, onlar da ancak uygulama sırasında öğrenecekler sanıyorum. Eğitim Türkiye’de hakikaten zor. Demin yine sözü edildi, detaylandırmanın zorluklarından bahsedildi, öğrenciler tasarım konusunda pek sabırlı olamıyorlar, sıkılıyorlar ama sabırlı olup gayret gösterenler de zaten şu anda piyasada iyi durumdalar. Aktif olarak firmalarda çalışıyorlar ve çeliğin yararlarına inanmış durumdalar. şimdi konuşmacılarımızdan hiçbiri değinmedi ama bu sempozyumumuzun da konusunun içinde vardı sürdürülebilirlik, belki o konuda da görüşlerini söylemelerini rica edeceğim ikinci turumuzda. Forumumuzun ikinci ve son turunun kapanışını Fadıl Bey ile yapalım istiyoruz ve ilk sözü Günhan Karakulluçu’ya verelim diyoruz...
<b>Günhan KARAKULLUKÇU:</b> Bu ikinci turda daha çok birbirimizden duyduklarımıza yer ayrıldığı için ben daha çok IPG konusuna değinmek istiyorum. Dünyanın en büyük 225 müteahhitlik firmasına baktığımızda hakkaten çok önemli bir başarı gösterdiğimiz anlaşılıyor ama buna mukabil Proses Mühendisliği olarak adlandırılan bu alanda hemen hemen hiç yokuz. Bir işi alıp sonuna kadar götürecek, imalatçıları arkasından sürükleyebilecek, dünyada rekabet edebilecek Proses Mühendisliği firmamız henüz yok. Böyle olunca da Türkiye’de örneğin rafine yatırımlarına ihtiyaç olduğunda başkalarına muhtaç oluyoruz. Hatta işletim sırasında bile o rafinerinin sahibi dışarıya bağımlı oluyor. Bizlerse bu işlerde o firmaların taşaronu oluyoruz. Yani bizim asıl katma değer yaratacağımız konu tabii öncelikle müteahhitlik firmalarımızın öncülüğüyle gelişecek bir konu, IPG olarak adlandırılan, içinde Proses Mühendisliği kısmı da olan yapının geliştirilmesidir. Bu aynı zamanda bizi büyük pazarlara da götürecektir. Ama burada hep yanlış anlaşılan bir şeyi de görmek lazım. Mesela Çin’den bahsederken işte orada ucuz işçilik var, ondan bu kadar ucuz iş yapabiliyorlar diyoruz ama halbuki Çin şu an 550 milyon ton civarında çelik üretiyor, bu üretime ulaşmak için son on yılda yaptığı yatımların sadece Proses Mühendisliği, imalat, montaj yani tamamına yakınını kendileri yaptılar. Dolayısıyla yatırımlarında da dışa bağımlı olmayı azalttılar. İktisatçı olarak söyleyeyim Türkiye’nin çözemediği çok kronik bir problemi var, bizim dış borç problemimiz var. Ne yaparsak yapalım ihracatımız büyüyünce ithalatımız büyüyor, cari açığımız büyüyor. Sürdürülebilir bir büyümeyi sağlayabilmek için dış fonlara ihtiyacımız var, bu durumun kapatılması için en önemli kaynaklardan biri de bu bahsettiğim yüksek katma değerli Proses Mühendisliğinde gelişmesi ve onunla birlikte, hep birlikte, sanayicisiyle, mühendisiyle birlikte giden bir sistemin oluşması. Bir de konut ile ilgili bir şey demek istiyorum, alçak katlı yapılarda çelik olarak rekabet gücümüz olduğunu görüyorum çünkü orada başka bir durum var ama benim asıl hayıflandığım Türkiye’de işte TOKİ bugüne kadar 400-500 bin tane konut yaptı ama bunlarda maalesef hafif çelik, klasik çelik birlikteliği ile birlikte bile yer almak durumu söz konusu olmadı. Bunda da ben alışkanlıkların çok etkili olduğunu düsünüyorum ama aynı zamanda iktisatçı olarak alternatif ürün fiyatı herşeye rağmen yapısal çeliği monte edecek sanayimizin izafi olarak çok küçük olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü müteahhitler betonarme bina yapmak istediklerinde, mobilize olmak istediklerinde betonarme taşorunu anlamında sayısız alternatifi var. Öyle bir büyük alternatif arzı var ki o arzın içinde kendilerini çok daha güvende hissediyorlar. Böyle bir konutu çelik olarak yapmaya karar verdiklerinde belli bir kapasitenin üzerinde maalesef çok sınırlı sayıda fabrika var Türkiye’de, bu da onların dehşete düşmesine neden oluyor. şimdi bu bir taraftan kendini besleyen bir proses haline geliyor, hani yumurta mı tavuktan- tavuk mu yumurtadan gibi, sonuçta çelik yapı elemanları üreten sanaymizin genel anlamdaki çapı aynı zamanda müteahhitlerimizin ekonomik şartların ötesinde biraz cesaretini kıran bir noktada. Çelik sektörünün kapasitelerini yüksek tutmak için çalışmaları gerekiyor. Müteahhitlerin de zorluğuna katlanıp, cesaretli olmak için düşünmelerini sağlamak gerekiyor.
<b>Gülay ALTAY:</b> Teşekkürler Günhan Bey, şimdi söz Melih Bey’in…
<b>Melih ŞİMŞEK:</b> Sürdürülebilirlik hakkında konuşmak istiyorum aslında. Her şeyin sürdürülelebilir olması önemli. Ticaretin de sürdürülebilir olması, mesleğin, doğanın sürdürülebilir olması. Bu, çağın önemli bir kelimesi haline geldi. Gerçekten de önemli bir nokta. Ne mutlu ki çelik sürdürülebilir bir malzeme. Yani böyle bir malzemenin yanında duruyor olmak biraz da insana huzur veren, çevreye, yaratana saygı duyulan bir nokta. Benim genellikle bardağın dolu tarafına bakma yanım vardır, boş tarafa pek bakmam. Elbette sorunlar var sektörde. Ama çelik kullanımı ile alakalı çok da ciddi fırsatlar var. Ben bu açıdan çok ümitliyim. Sadece sürdürülebilir kelimesi bile çeliğin daha kullanılabilir anlamı taşımalı. Fakat tam da bu noktada şöyle bir sorun görüyorum ben. Geleneksel olarak Türk müteahhitlik sektörünü ele aldığınızda özellikle inşaat sektöründe fikri çok bol olan bir milletiz. Hemen hemen her ailede mühendis olsun olmasın, inşaatla ilgili fikri olan bir birey vardır. Dolayısıyla taahhüt konusunda özümüzde bir sevgi var ve niteliksiz kadroları olan, kendisi dahi mühendislik formasyonuna sahip olmayan ama başarılı olmuş müesseseler var memlekette. Ancak bizim çelik yapı üreticilerine baktığım zaman bütün sektörde konumlanmış firmaların içinde çok ciddi bir mühendislik kadrosu var. Bu mühendislik kadroları, taahhüt şirketlerinin altında alt taşaronluk yapıyor ve sektörün gelişmesini bu taahhüt işini yapan firmalar tercih ederse o kadar gelişiyor. Biz bu kadar mühendisçe kadrolara sahip olarak neden acaba direkt taaahhüt etmiyoruz? İşin en önemli kısmını bizler yapıyoruz ama işin gelmesini, oluşmasını bekliyoruz. Biz bu kapasitelere sahibiz ancak kendimize katma değer katarak buyutmemiz gerekiyor gibi geliyor bana. Dolayısyla yapacak çok şey var. Burada yanımda KARDEMİR’in Genel Müdürü oturuyor, çok önemli bir oyuncu, acaba maksat dünyada 11’ncilikten üretimde üçüncülüğe, dördüncülüğe gitmek midir, yoksa bu işin nihai ürününde bir noktaya oturmak mıdır? Çünkü deprem bir fobi. Sürdürülebilirlik bir sorun, enerji bir sorun, sanki birazcık daha nihai ürün ile uğraşmak gerekiyor bence. Sadece hammadde, ondan sonraki aşamalar değil de daha ileriye nihai ürüne doğru gitmek gerekiyor. Çünkü betonarme sektörü böyle başarılı oluyor. Betonarmeyi bilen teknik personel, uygulamayıcı sayısı ile çelik yapı bilen uygulamacı sayısı arasında çok dramatik bir fark var. Bu açıdan sanki nihai ürüne oynamak çok daha hızlı yol alamamızı sağlayacak gibi düşünüyorum, sürdürülebilirliğinde ancak böyle oluşabileceğini düşünüyorum. Teşekkür ederim.
<b>Gülay ALTAY:</b> Sürdürülebilirlik konusunu biraz tartışmak gerek. Çünkü herkes farklı bir sürdürülebilirlik anlayabiliyor. Nedir bu sürdürülebilirlik, neden bu kadar gündeme geldi? Nasıl gündeme geldi? Dünyadaki insan nüfusunun bu kadar artışı sonucunda ve onların yarattığı çevre kirliliği ve insanlalrın tüketimi sonucunda dünyadaki doğal kaynakların tükenmeye başlamasıyla artık ayağımızı denk almalıyız. Kaynakların israf edilmesinden kaçınmalıyız, doğal kaynakların israfından oluşan ileriye dönük pek çok felaket senaryoları var. Tedbirlerimizi almalıyız. Doğal afetleri görüyorsunuz, hiç bir ülke maalesef bu felaketlerden kaçınamıyor. Dolayısıyla sürdürülebilirlik doğal kaynakların insaflı bir şekilde kullanılması. Israftan kaçınılması da bunun içinde, kültür de bunun içinde tabii. Türk Yapısal Çelik Derneği bu haftanın konu başlığını “Kültür ve Sürdürülebilirlik“ olarak söylerken bunu da düşünmüşler sanıyorum. Elbette kültür mirası dediğimizde İstanbul en başta gelen sehirlerden birisi. Kültür mirasının korunması, rehabilitasyon sırasında çeliğin çok önemli bir yeri var, betonarmeye kıyasla çok büyük üstünlüklere sahip. Bugün kullandığınız çelik malzemeyi daha sonra rahatlıkla değiştirebilirsiniz de, bununla ilgili projeler de yaptık. Fevkalede önemli katkıları var. Genel olarak dünya mirası olarak da baktığınızda çeliğin çok farklı kullanım alanları var. Uzun bir konu tabii, biz bu kadarla bırakalım çünkü artık Faruk İnsel’e vermek istiyorum sözü.
<b>Faruk İNSEL:</b> Çeliğin tekrar kazanılması iyidir tabii. Bundan daha iyisi aynı malzemeyi iki kere kullanmaktır ama en iyisi israf etmemektir. Geri dönüştürmekten daha önemlidir bu. Siz bir binayı daha az malzeme kullanarak çözüyorsanız en iyisi budur. Sürdürülebilirlik konusunda en önemli konu buradadır veyahut da daha az fire veriyorsanız, gereksiz yerde gereksiz stoklar tutmak zorunda kalıyorsanız bu da önemlidir. Bizim bölgede Avrupa Standartlarını da kullanarak bir standartlaşmaya gitmemiz lazım. Gidiyorsunuz Orta Doğu’da bir İngiliz firması ise eğer projeyi hazırlayan İngiliz profilleri ve İngiliz standartlarıyla, Amerika ise Amerikan profilleri, onların standartları, bunun olmaması lazım, bizim Türkiye olarak bir standart oluşturmamız lazım. Bize görev düşüyor. Mesela bölgede Cezair’e gidiyorsunuz, çelikleri Mısır’dan geliyor, Bakü’ye gidiyorsunuz orada bir Ukraynalı firma ile karşılasabiliryorsunuz. Ama her yerde mütehitlik ve imalat firmaları Türkler, Biz her yerdeyiz, bu ülkelerin hiçbirinde bizden fazla herkezi görnmyprsnuz. Üretim olarak da bölgenin merkezi burada. Türkiye’de biz bölgenin merkezi olarak israfı azaltmalı, üretimi artırmalı, eğitimi önemsemeleri, alt yapı oluştrmalı ve çözüm üretmeliyiz. Bu tek tek kişilerin yapabileceği bir şey değil, komple bir çözüm olmalı, hepimiz onun için uğraşmalıyız diye düşünüyorum, teşekkür ederim.
<b>Gülay ALTAY:</b> Teşekkür ederiz Faruk Bey. Forumun son konuşmacısı Fadıl Bey’i dinleyelim şimdi de…
<b>Fadıl DEMİREL:</b> Esasında çelik çok dost bir malzemedir. Hayatınızın her tarafında farkında bile olmadan vardır. Sağlamlık istediğiniz, güven istediğiniz, kendinizi rahat hissetmek istediğiniz her yerde, arkanızda çelik vardır. Evinizi iyi korumak isterseniz hemen çelik kapı taktırırsınız. Arabanız çelik gibi sağlam olsun istersiniz, tencereniz çelik tencere olur. Baktığınız zaman güvenmek istediğiniz her yerde çelik var. İş çeliğin bu şekilde ticari, para kazanılan, rant hale geldiği yerlerde çeliğin fazla bir paye almadığını görürsunuz. Deprem dedik, depremde herkes güvenli yapılar kullanmak ister ama halen daha betonarme yapılara devam edersiniz. Çeliği halen daha öne çıkarmak istemezsiniz çünkü burada işler karışır. Parayı yönetenler veya lobiler, çelik bu kadar güvenilirken, kendileri dahi özel hayatlarında çelikten başka şeye güvenmezken, para kazanmaya gelince çeliğin dışına kaçmaya başlarlar. Ben biraz sitemle böyle söyleyeyim. Öyle olunca da 38 milyon tonluk Türkiye’deki çelik üretimi içersinde yapısal çeliğin ana taşıyıcıları olan profillerin üretimi 1,5 milyon tonu bile bulmamaktadır. Halbuki gönül isterdi ki 10 milyon tonlara tırmansın bu. Kullanan varsa satarsınız, üretici olarak kullanmayanlara mal satmak mümkün değil tabii. Hemen yanı başımızdaki bir deprem ülkesi olan İran’da bakıyorsunuz profil üretimi çok az, hemen hemen yok gibi ama inşaatların büyük bir kısmının çelik olduğunu görüyorsunuz. Teknolojisiyle bizden daha gerilerde olan bir yerde bu gerçek vardır. Dolayısıyla ben ömrümü çeliğe vermiş bir insan olarak tavsiye ediyorum, emniyet istiyorsanız, güven istiyorsanız, hayatınızda ne alanda olursa olsun çeliğe güvenin ve çelik kullanın. Hiç yanılmazsınız, çelik sizi hiç yanıltmaz. Diğer bir şey çeliğin kullanımı artırmak, böyle güvenli bir malzemeyi hayatın içine daha çok sokmak için esasında koordineli gitmek lazım. Bu koordinasyonu sağlayacak bir yapıya doğru kaymak lazım. Artık Türkiye dünyada bu konuda söz sahibi bir konumdadır ve bazı konularda da bölgesinde liderdir. Dünyada çevre çevre deniliyor, demir çelik sektörü en büyük çevrecidir. Sanki çevreyi kirletiyor gibi gösterilmek istenir ama tam tersidir. Türkiye dünyada atık malzeme olan hurdayı en fazla kullanan bir ülkedir. Türkiye hurda ithalatında 15,6 milyon ton ile dünyanın en büyük hurda ithal eden ülkesidir, liderdir. En büyük hurda ihraç eden 22 milyon ton ile ABD. Eğer biz kullanmasak ABD bütün dünyayı hurdaya boğacak. AB içinde de aynı şekilde, bütün Avrupa’nın kullandığı hurda 16 milyon tonken bizimki bu düzeyde. Tüm dünyadaki hurda miktarı 87 milyon ton. Tüm dünyanın hurda ticaretinin yüzde 20’si burada. Böyle bir çevresel hizmeti de var Türkiye’deki çelik sektörünün. Bütün bunları topladığınızda mühendisiyle, hammaddecisiyle, kullanıcıyla, üreticisiyle, bu işin tüccarlığını yapanlarıyla birlikte Türkiye’nin artık bu işi bir masaya yatırması lazımdır. Üniversite sanayi işbirliği ezberlenmiş bir laf, herkes de söylüyor ama biz bunu sağlayamadık. Bütün bu kombinasyonları yapabilecek bizim sektörümüzde bir alan var, bu Demir Çelik Enstitüsü kavramı. Çelikte iyi olan ülkelerde bu enstitüler vardır. Fakat ülkemizde bu konuşulur ama realize edilmemiştir. Burada konuştuğumuz tüm konuların tartışılacağı, koordine edileceği ve bu işin şekilleneceği, felsefesinin yapılacağı yer Demir Çelik Enstitüsü’dür. Ben bunu bu vesile ile bu kongrenin çatısı altında dile getirmek istiyorum. Derneğimiz de bu işin öncülüğünü yaparsa, bu çok önemltır. Bunu ülkemizin sanayisini yönetenlerle de koordine edersek, çok daha yararlı olur, en güzel hizmetlerden birini yapmış oluruz.
<b>Gülay ALTAY:</b> Evet, bu aslında bu forumun bence en önemli cümlelerinden biriydi. Enstitü konusu. Hem de Fadıl Bey’in bulunduğu pozisyon itibariyle de önem arz etmekte. Desteği, gücü alabilirse çelik enstitüsü, TUCSA’nın da katkıları çok önemli bu arada, bölgesel anlamda da çok şey ifade edecektir. Foruma katılımcı olan herkese tesekkür ederiz.