“Sunumuma şok edici bir gerçekle başlamak istiyorum. Biz tüketmemiz gerekenden çok daha fazlasını sürekli olarak tüketiyoruz. Bunun için ‘Limit Aşım Günü’ denilen bir kavram var. 2021 yılı 29 Temmuz’unda bu sene için tüketilmesi gereken her şeyi tükettik. Yani 2021 yılının kalan her gününde cepten yedik. Bu şu anlama geliyor; 2021 yılı için 1,7 tane Dünya olursa ancak biz sürdürülebilir bir Dünya’da yaşamayı garanti edebiliriz. Bu sayı sürekli artıyor. Örneğin Türkiye’de limit aşım günü 16 Haziran. Dünya’da temmuzdu. Türkiye daha çabuk tüketiyor ve bunun yerine yenisini de koyamıyoruz. Dünya’ya baktığımızda sürekli olarak bir hammadde tüketimi var. Tüketim sadece durgunluk zamanlarında ve krizlerde durmuş. Geriye kalan zamanlarda hammadde tüketimi çok hızlı oranda artmış. Ama sonsuz bir kaynaktan bahsetmiyoruz. Böyle devamı mümkün değil. Bu şekilde devam etmesi durumunda 2100 yılında 4 adet Dünya olsa ancak bize yetecek. Bu çok ciddi bir problem.
Bu problem sadece Dünya ile de sınırlı kalmıyor. İlginç bir şekilde Ay’a da sıçrıyor. Bildiğiniz gibi Çin Ay’ın karanlık tarafına bir iniş gerçekleştirdi. Peşinden ABD’de çeşitli şirketler NASA aracılığıyla Ay’a yolculuk konusunun önünü açtı. Şu an pek çok şirket Ay’a yolculuk için hazırlıklar yapıyor. Amazon’un kurucusu Jeff Bezos ve SpaceX’in sahibi Elon Musk birtakım deneyler gerçekleştirmek için çaba gösteriyorlar. Bunun arkasına baktığımızda aslında eskinin ‘altına hücum’ anlayışına çok benzer bir yaklaşımın burada yer aldığını görüyoruz. Biz Dünya’daki kaynakları tüketmekle kalmıyoruz, ‘Sekizinci Kıta’ olarak adlandırılan Ay’da da madencilik üzerine bir kurgu yapıyoruz. Burada büyük bir yarış söz konusu. Amaç oradaki Helyum 3 gazını çıkarmak.
Bu aslında sürdürülemez bir yapıda olduğumuzun net bir göstergesi. Ama bu yeni değil. 1962 yılında doğal kaynakların korunması için Avrupa Uzmanlar Komitesi, 1964’te ise Su Kirliliği Komitesi kuruluyor. 1970 yılı Avrupa Koruma Yılı ilan ediliyor. 5 Haziran 1972 tarihinde Stockholm’de Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı toplanıyor. Biz bu tarihi Dünya Çevre Günü olarak kutluyoruz. 1987 yılındaki ‘Ortak Geleceğimiz’ raporunda sürdürülebilirlikle ilgili birtakım kavramlar duymaya başlıyoruz. Bu raporda dönemin Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland, sürdürülebilirlik kavramını şu sözlerle açıklıyor; ‘Ekonomik, çevresel ve toplumsal gereksinimlerin, gelecek kuşakların yaşam koşullarına zarar vermeden karşılanmasını hedefleyen bir dünya görüşü.’
Yani biz 1960’lardan itibaren bir şeylerin yanlış olduğuna ikna oluyoruz, 1987 yılında sürdürülebilirlik ile ilgili amaçlar ve raporlar hazırlıyoruz. Bunlar aslında çok geçmişe ait olaylar değil, yeni gelişmeler, sürdürülebilirlik konusu yeni bir kavram. Ancak tüketim hızımız nedeniyle çok hızlı adapte olmamız gerekiyor. Sürdürülebilirlik ile beraber iklim değişikliği ile ilgili toplantılar da gerçekleştiriliyor. 24’üncüsü yapılan Taraflar Konferansları ile ilgili olarak ABD’nin pozisyonu ile ilgili bazı problemler vardı. Avrupa ise 2030 ve 2050 hedefleri için çok güçlü politikalar ortaya koydu. 21. Taraflar Konferansının bir önemi var. Bu konferansta ‘Bina Günü’ (Building Day) oluşturuldu. Böyle bir iklim konferansında Bina Günü isimli bir şey oluşturulduğuna göre binalar iklim krizi ile ilgili önemli bir yer tutuyor.
21. Taraflar Konferansı COP21 Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi neden bizim için çok önemli, Paris İklim Anlaşması bizim için ne anlama geliyor? 195 ülke 11 Aralık 2015’te iklim değişikliği ile mücadele etmek için söz verdi ve Paris İklim Anlaşması'nı imzaladı. Anlaşmanın amacı hepimizin bildiği gibi yerkürenin ısınmasını 2 derecinin altında tutmak. 150’den fazla hükümet ‘Ulusal Katkı Niyet Beyanı’ isimli beyanı imzaladı. Ancak anlaşıldı ki 195 ülke yapmayı hedeflediği bütün süreçleri gerçekleştirse dahi küresel ısınma 2,7 derece daha artacak.
Felaket Senaryosu
Hiçbir şey yapmadığımız bir senaryoda iklim değişikliğinin küresel ısınmanın 4 derecelere çıkacağını görüyoruz. Ama Paris İklim Anlaşması standardında kalırsak 2,7 dereceleri göreceğimizi düşünüyoruz. Oysa asıl amacımız küresel ısınmayı 1,5 veya 2 derecede tutabilmekti. Ancak başaramayacağız. Nature dergisi ilginç bir araştırma yaptı. 233 Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli yazarıyla anonim bir anket gerçekleştirdiler. Ankette 92 bilim insanından da yanıt aldılar. Küresel iklim değişikliği ile ilgili Dünya’ya örnek olan kaynakları yazan bilim insanlarından durumu değerlendirmeleri istendi. Geri dönüşler çok ilginç. Uzmanlar şunu söylüyor, ‘Yüzyılın sonuna kadar Dünya en az 3 derece ısınacak.’ Bu çok önemli bir veri. Biz 1,5 veya 2 dereceyi hedeflerken uzmanlar 3 dereceyi rahatlıkla bulacağımızı düşünüyorlar. Ankete katılanların %88’i küresel ısınmanın çok büyük bir problem olduğunu ve hayatları boyunca bundan etkileneceklerini söylüyorlar. Şimdi biz başımıza gelmiş bir felaket senaryosu ile uğraşıyoruz. Bu felaket senaryosunun en önemli noktalarından bir tanesini de bina sektörü oluşturuyor ve bununla ilgili bir çaba sarf etmemiz gerekiyor.
Bina sektörü neden önemli? Çünkü nihai enerjinin üçte biri ve küresel elektrik tüketiminin yarısı bina sektöründe harcanıyor. Küresel karbon salımının üçte biri bina sektöründe gerçekleşiyor. 2010 ve 2050 yılları arasında bina sektöründeki enerji ihtiyacının %50 artacağı öngörülüyor. Yani hem tüketme alışkanlığımız devam ediyor hem de tüketmeyle beraber enerji harcama alışkanlığımız da sürüyor. Ama düşük karbonlu yollar izleyerek çok basit hareketlerle %25 enerji azaltımı sağlayabiliriz. Bu %25 enerji azaltımı 40 Exajoule’e (EJ) eşit. Bu rakam Hindistan ve Rusya’nın yıllık toplam enerji ihtiyacı. Dünya aslında çok ciddi bir önlem alarak ve basit adımlar atarak bunu sağlayabiliyor. Ama bu basit adımların atılması muhtemelen bu tip yayınlarla ve bizim ortak hareket etmemizle mümkün. Bunun için çeşitli çabalar gösteriliyor.
‘Bina sektörü %40’a yakın bir enerji tüketiyor’ dedik, bunun yanında elbette binalar arası ulaşım da enerji tüketiyor. Eğer siz ulaşımı da binalara eklerseniz binanın sorumlu olduğu enerji tüketimi neredeyse %67’leri buluyor. Demek ki bina sektörünün enerji tüketimi ve karbon için bir şey yapması gerekiyor. Farklı kaynaklar da bunu teyit ediyor. Al Gore’un sunumuna göre bina sektörü küresel enerji kullanımın yaklaşık %40’ından küresel kaynak tüketimi, küresel atık üretimi ve küresel sera gazı emisyonlarının %30’dan fazlasından sorumlu. Bina sektörünün iklim değişikliği ile mücadelede en önemli sektörlerden birisi olduğu neredeyse herkes tarafından kabul ediliyor.
Peki, biz ne yapacağız? Hem Dünya’da hem de ülkemizde bina sektörü özelinde enerjiyi azaltmamız gerekiyor. Paris İklim Anlaşması'na imza attık ve TBMM’den geçirdik. Biz de niyet beyanımızı belirttik. ‘Sera gazı salımlarında 2030’a kadar (alışılageldik iş planları seviyesinden) %21‘e varan oranlarda azaltma yapacağız. Mevcut ve yeni binaların enerji tüketiminin azaltılmasında doğru tasarımlar, yenilenebilir enerji kullanımını teşvik edecek ortamlar oluşturacağız ve faiz ile vergi azaltımları sağlayacağız. Pasif, sıfır enerjili binaların yeşil binaların yaygınlaştırılmasını sağlayacağız.’ dedik. Başka sözler de verdik. Enerji verimliliği strateji belgesinde verdiğimiz söz sürdürülebilir çevre dostu binaların yaygınlaştırılması üzerinedir. Bunun yanında 2011 yılı değerine göre gayrisafi yurt içi hasıla başına tüketilen enerji miktarının %20 azaltılacağını söyledik. Yedi ana hedeften birisi de bina sektörüydü. 2010 yılındaki yapı stokunun en az dörtte birinin 2023 yılına kadar sürdürülebilir hale getirileceğini söyledik. Şu anda bu hedefi gerçekleştiremeyeceğimiz üç aşağı beş yukarı ortada.
Başka eylemler de planladık. Dedik ki ‘Biz binalar için karbon emisyon miktarı belirleyeceğiz ve bu emisyon miktarını aşan binaların yapımına izin vermeyeceğiz.’ Bunu da henüz gerçekleştiremedik. ‘10 bin metrekarenin üzerindeki binalarda mutlaka sürdürülebilirlik kriterleri arayacağız’ dedik. Bunu da 2012 yılında söyledik. Aradan neredeyse 9 yıl geçti ama ne yazık ki bu konuda adım atamadık. Aslında 18. aydan itibaren bunu gerçekleştireceğimizi söylemiş, hatta ‘Bunu sonra yaygınlaştıracağız, üçüncü sınıf ve üzeri konut yapılarında da 10 bin metrekarenin olması durumunda kapsam genişleyecek’ demiştik. Ama bu da henüz gerçekleştirilmemiş işlerimizden bir tanesi. Ülke olarak ‘Çeşitli sertifikalar oluşturacağız ve bu sertifikalarla ulusal ve uluslararası düzeyde kriterleri karşılayan binalara yeşil sertifikalar vereceğiz ve bunların sürdürülebilir olduğunu kanıtlayacağız’ diyerek çalışmalar yürüttük. Ancak bunların gerçekleşmesi ne kadar sürdü? Bunun üzerine tartışmamız gerekiyor.
Sürdürülebilirlik Çalışmaları
Tabii Türkiye’de bunlar olurken Dünya’da da 1990’lardan itibaren binaların sürdürebilir olması için bir takım çalışmalar yapıldı. İlk adım İngiltere’de BREEAM ile atıldı. BREEAM, LEED, IISBE, Greenstar, CASBEE, DGNB olmak üzere farklı ülkelerde yeşil beyaz sertifikalar uygulanmaya başladı. Problem olarak bu bina sertifikalarının birbiriyle uyumu yoktu. Bu da bir kafa karışıklığına sebebiyet veriyordu. Bunların nesnel karşılaştırmasını yapmak oldukça zor. CEN TC 350 İnşaat Çalışmalarının Sürdürülebilirliği bu konuda bir yaklaşım getirdi. Getirdiği yaklaşım yapı ve ürün düzeyinde iki tane Avrupa normu. Birincisi EN 15978 öbürü de EN 15804. Aslında bunlar binayı çevresel performans bazında değerlendiren kriterler. Biz çevresel, sosyal ve ekonomik performans bakımından binayı değerlendiriyoruz. Ama bunu değerlendirirken yapı düzeyinde EN 15978’i ve EN 15804’i Türk standardı haline de getirdik. Yani inşaat çalışmaların sürdürülebilirliği için farklı Avrupa normları oluşturuldu ve buna uyulması ve bu normlarla da inşaat çalışmalarının sürdürülebilir hale geleceği ortaya konuldu.
Bu normlara baktığımızda bir takım yeni tabirlerden bahsetmeye başladık. Söz konusu normlar binayı değerlendirirken binanın üretim aşamasından yaşam sonu aşamasına kadar tüm aşamalarını değerlendirmek gibi bir kriter getirdi bize. Yaşam boyu analizi veya yaşam döngüsü analizi olarak isimlendirdiğimiz bir yaklaşım karşımıza çıktı. ‘Siz binanın her aşamasına bakacaksınız, bu binayı bertaraf ederken ve hammadde kullanılırken neler yapıldığı benim için önemlidir ve siz bunların hepsini tetkik edeceksiniz, bu tetkik sonucunda bir karara varacağız’ dedi bize bu normlar. Buradaki Avrupa normu sadece inşaat sektörüne yönelik çevresel performansla ilgili bir norm olduğu için çok önemli. Çünkü bina sektörünün önemini Avrupa Birliği’nin kavradığını, sadece bina sektörüne tüm yaşam boyu analizinde mutlaka bir değerlendirme yapılmasını söylediği için önemli. Burada ilginç bir şey yaptı Avrupa normu EN 15978, Çevresel Ürün Deklarasyonu (EPD) diye Türkçeye çevirebileceğimiz bir şeyden bahsetti.
EPD şimdilerde hepimizin aşina olmak zorunda olduğu bir kavram. Bunlar aslında ISO 14000 serisi üzerine eklenen Avrupa Birliği normları tarafından bizim tarafımıza önerilen çeşitli ürün kategori kuralları oluşturan, bu kurallara göre ürünleri birbirleriyle kıyaslayıp, ürünün oluşması sırasında çevreye verilen etkileri bilimsel yöntemle araştıran bir sistem. Avrupa Birliği normu bunun nasıl yapılacağını tarif ediyor ve üçüncü parti sertifikalarıyla üçüncü bir gözün yapılan bilimsel çalışmayı tetkik etmesini de istiyor.
Bu sırada CE etiketlemesi de değişti ve 7 maddeye çıktı. Üçüncü maddeye çevre ve yedinci maddeye ürünlerin çevresel kullanımı eklendi. Bu da aslında nereye doğru gittiğimizi gösteren bir kavram. CE etiketinde dahi artık biz ürünlerin çevresel kullanımına bakmaya başladık. Bu yeni eklenen madde haricinde de üçüncü maddede çevreyle ilgili bir başlık genişlemesi oluştu. Bu durum EPD’lerin biraz daha tanınır olmasını sağladı. Yaşam döngüsü analizi ile yapılan sistemde ISO standartları üzerine oturmuş bir yaklaşım. Avrupa normu üzerinden PCR (Ürün Kategori Kuralları) ile Bina Kuralları belirlenerek bunun sonucunda EPD’lerin alınması gündeme geldi.
EPD belgesi ürünün her aşamasını değerlendiriyor. İnşaat malzemesi ürününde elbette hammaddenin alınması ve işlenmesi ile ilgili değerlendirmeler de yapılıyor. Bunun bize verdiği sonuç şu oldu; inşaat malzemesinin iklim değişikliğine etkisinin karbondioksit kilogram eşdeğeri bakımından ne aşamada olduğunu görebildik. Bu da farklı ürünleri birbirleriyle kıyaslarken çevresel performanslarını kıyaslayabilmemizi gündeme getirdi. Yani ürünün fiyatları ve kaliteleri haricinde çevresel performanslarını da kıyaslayabildik. Aslında Alman sertifika sistemi olan DGNB’nin doğrudan Avrupa normunun söylediği sistemi kişiselleştirdiğini ve bununla binaları değerlendirdiğini görüyoruz. Almanya, ‘Artık aklın yolu bir, bu yönde gitmeliyiz ve binalara yaşam döngüsü bazında Avrupa Birliği normunun bize tarif ettiği haliyle bakmalıyız.’ şeklinde bir yöntem geliştirdi. Bu anlayış diğerlerine de yansıdı.
Eco Etiketler
Malzemelere verilen başka etiketler de oldu. Eco etiketler gibi. Bu Eco etiketler özellikle inşaat malzemelerinde boyalara zemin kaplamalarına, ahşap mobilyalara ve ısı pompalarına verildi. Eco etiketine sahip her ürün Avrupa Birliği’nde çok prestijli sayılıyor. Aynı şekilde Eco etiketler de inşaattan bertaraf sürecine kadar tüm alanlarda malzemenin hangi aşamalarda ne tür bir çevresel etki yaptığını anlatıyor. Eğer sınır değerlerin altındaysa bir etiketleme yaparak malzemenizin çevre dostu olduğu kanıtlanıyor.
Bu anlayış ve etiketlemenin diğer sektörlere de yansıması gerekti. Bunu da aslında 2014-2016 yılları arasında PEF (Product Environmental Footprint-Ürün Çevresel Ayak İzi) ismiyle Avrupa Birliği gerçekleştirdi. PEF, farklı sektörlerde kullanılan ürünlerin ‘Yeşil Ürünler İçin Tek Market’ mottosuyla belge standartlarının üzerinde üretilmemesini sağlamak üzere sınırları belirlemeyi amaçlıyor. Aslında amaç 2013 ve 2016 yıllarında ürüne ve sektöre özel test geliştirme süreçlerini ayarlamak doğrulama için farklı yaklaşımları test etmek, yaşam döngüsü çevresel performansını iş ortaklarına, tüketicilere ve diğer şirket paydaşlarına iletmek için bir araç oluşturmaktı. Bunun için 1. ve 2. dalgada inşaat sektörü haricinde çevresel etkisi büyük olduğu düşünülen sektörlerde birtakım çalışmalar yapıldı ve bazlar oluşturuldu. Sonuç olarak hem Avrupa Birliği içerisinde satılan ürünlerin çevresel ürün olmasının garantilenmesi sağlandı hem de bir miktar Çin pazarına ket vurulmuş oldu. Aslında bugün konuştuğumuz Yeşil Mutabakat, gördüğünüz gibi Avrupa Birliği hedeflerinde vardı ve çalışılıyordu. Bununla ilgili data setlerini Avrupa Birliği kendisi fonladı. O dataları elde ederek ülke içerisinde veya birlik içerisinde satılacak her ürünün belli bir standardın altında çevresel etkiye sahip olmasına yönelik çalışmalar yapıldı.
Özellikle inşaat sektörünü ilgilendiren PEF’lerle ilgili boyalar metal şiltler ve ısı izolasyonları gibi işlemlerin hangi aşamalarda yapıldığını göstermek isterim. Yaşam Döngüsü analizini bir firmanın ürettiği malzemeye yaptığımızda aslında firmanın hangi aşamalarda ne tür iyileşmeler yapılabileceğini de ortaya koymuş oluyoruz. Bu da Avrupa Birliği’nin hedef olarak koyduğu yapılara çok uygun. Eco Platform tüm Avrupa’daki EPD’lerin uyumlu çalışmasını sağlamak üzere kurulan üst kuruluş, PEF’lerle ilgili beraber çalışmak üzere 2016 yılında ‘Pozisyon Kâğıdı’ adı verilen bir belge imzaladı. Bu belge aslında PEF teknolojisinin Eco Platform tarafından kabul edildiğini sahiplenildiğini göstermesi açısından çok değerli.
Günümüzde Avrupa Yeşil Mutabakatını tartışıyoruz. Bunun bir sorun mu yoksa bir fırsat mı olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Ancak Avrupa ile iş yapacak firmalarımız için bunun geldiğini de görüyoruz. 2030 yılına kadar karbon salımını %50 azaltmayı 2050 yılında ise sıfır karbon salımını hedefliyor Avrupa. AB ile ticaret yapan tüm ülkeleri ilgilendiren Yeşil Mutabakat ve sınırda karbon vergisi konusu oldukça önemli bir nokta haline geldi. Çünkü sizin doğrudan ürüne harcadığınız maliyet karbon vergileriyle bir miktar daha artacak. Burada Avrupa Birliği’nin yapmak istediği şey şu; eğer bir ürün Avrupa Birliği sınırları içerisinde üretilseydi ona karbonun azaltılmasına dair bir takım maliyetler eklenecekti. Bu maliyetler ürün birlik dışında yapıldığı zaman gene ürüne eklenmeli ve ülke içerisinde karbonla yapılan çalışmaları gerçekleştiren firmalar da korunmalı. Karbonla ilgili entegre bir iyileştirme yapmak için bunu bir sınır değer olarak korumalıyız gözüyle bakılan bir yaklaşım.
Tabii şu anda Avrupa Birliği, iklim değişikliği ile mücadele tedbirleri kapsamında Emisyon Ticaret Sistemini (ETS) 2005 yılından beri farklı fazlar halinde uygulanmakta. Çeşitli tesislerin eğer referans değerinin üzerinde bir emisyonu varsa bu emisyonu karbon kaçağı riskli sektörleri korumak amacıyla referans değerlere kadar ücretsiz verebiliyor. Sürekli olarak emisyon haklarının yıldan yıla azaldığını da bilmemiz gerekiyor. Aslında Yeşil Mutabakat, 2050 yılında Avrupa Birliği’nin iklim nötr olmayı hedeflediği, temiz ve güvenilir enerji, sıfır kirlilik ekosistem ve biyoçeşitliliği korumayı, tarladan sofraya stratejisi ile adil, sağlıklı ve çevreye dost bir gıda sistemini, döngüsel ekonomiyi ve kimseyi arkada bırakmama stratejisini hedefliyor.
TÜSİAD’ın hazırladığı ‘Ekonomik Göstergeler Merceğinden Yeni İklim Rejimi’ raporundan birkaç veri paylaşmak istiyorum. Sera gazı emisyonları için AB sınırında ton başına karbon eşdeğeri emisyon hakkı biriminin 30 avro olması durumunda bu rapor karbon maliyetinin Kapsam 1 ve Kapsam 2 kapsamında ne çıkacağına dair bir takım çalışmalar üstleniyor. Kapsam 1 üretimin yapıldığı fabrika ve sektörler, Kapsam 2 ise sektöre girdi olarak kullanılan elektrik, çelik gibi ara malların üretimine sebep olduğu emisyonlar düzeyinde. Burada görüyoruz ki demir-çelik endüstrisi aslında Kapsam 2’de 66,2 milyon avro, Kapsam 1’de ise 52,5 milyon avro oranlarıyla iş yapıyor. Kapsam 1 ve Kapsam 2’nin tüm sektörlerdeki toplam maliyeti ise 1 milyar 85 milyon avroya denk geliyor. Bunun 50 avro olması durumunda bu rakamlar çok daha yüksek oluyor. Toplam maliyet 1 milyar 809 milyon avroya geliyor. Burada sektörler bazında baktığınızda aslında demir-çelik sektörünün Kapsam 1 emisyonu ağırlıklı bir sektör olduğunu ve demir-çelik sektöründe de bu maliyet artışı oranların 2,8 ve 1,7 oranlarında Kapsam 1 ve Kapsam 2’ye göre arttığını net görebiliyoruz. Yani artık çaremiz yok. Avrupa ile beraber hareket edeceksek Avrupa’nın çeşitli zamanlarda çeşitli normlarla ortaya koyduğu bir parçası olmak zorundayız. Türkiye bunu yapacak potansiyele sahip.
Bununla ilgili de çeşitli çalışmalar yapıldı. Mesela T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı neredeyse sıfır enerjili binalar için rehber kitap hazırladı. Biliyorsunuz, 2021’den itibaren Avrupa’daki tüm binalar neredeyse sıfır enerjili binalar olmak zorunda. Aslında 2018’den itibaren kamu binaları bu konsepte geçmişti. Şimdi Avrupa Birliği kendi sınırları içerisinde yapılan her binanın neredeyse sıfır enerjili olmasını istedi. Türkiye Avrupa Birliği sınırları içerisinde değil. Ancak Türkiye de neredeyse sıfır enerjili binalar için hedef oluşturmak üzerine bir çalışma yaptı. Bu çalışmanın içerisinde benim AR-GE şirketim de yer aldı ve T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı için biz koordine ettik çalışmayı. Bakanlık, neredeyse sıfır enerjili binalar elde etmek için çalışmanın bir çıktısını yayımladı. Ne tür hareketler yapmamız gerektiği, teşvik mekanizmaları, farklı iklim bölgelerinde hangi aşamalar yapılırsa optimum değerlerin neler olduğu, bunların iyileştirilmesi, mekanik havalandırma ve ısıtma sistemlerinin neler olabileceği, bunların getireceği farklı faaliyetler ve yaşam döngüsü maliyet analizleri açısından iyi bir çalışma gerçekleştirildi. Neredeyse sıfır enerjili binalar için rehber kitap Bakanlığın web sitesinden rahatlıkla indirilebilir.
Doğru Yolda İlerliyoruz
T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı stratejik belgelerinde verdiği sözü tutmak üzere yol alıyor. Neredeyse sıfır enerjili binalar bunun bir göstergesi. Bunun yanında 9 Haziran 2021 tarihinde Binalar ile Yerleşimler İçin Yeşil Sertifika Uygulama Tebliği yayımlandı. E-devlet uygulamasında YES TR şu an aktif. Bu Türkiye’nin yeşil bina sertifikasını oluşturduğunun kanıtıdır. Şimdi bununla ilgili çeşitli eğitimler veriliyor ve bu eğitimlerle beraber bunun yaygınlaşması gündeme gelecek. Strateji belgesinde hedeflenen yeşil bina sertifikalarının yapılması YES TR ile beraber gündeme alınmış durumda. Bununla beraber Avrupa ile eşgüdümlü giden neredeyse sıfır enerjili binalar konseptinde çeşitli çalışmaları gerçekleştirmiş durumda bakanlık. Hem YES TR hem de bakanlığın kendi içerisinde yaptığı çalışmalarla görüyoruz ki biz aslında çok hızlı olmayan adımlarla olsa da doğru yolda ilerliyoruz. Yeşil Mutabakat önümüzde bir engel. Ancak EPD konusunda ülkemizde iyi bir çalışma yapılmış durumda. Türk firmaları çevresel ürünlerin önemini fark ediyor ve bununla ilgili çalışmalar gerçekleştiriyor. Bu altyapı bizde sağlanmış durumda şu an. Ülkemizde gelecekte daha iyi aşamaları göreceğimizi ve fayda sağlayacağımızı düşünüyorum. Böyle bir davet geldiği için çok teşekkür ederim.”