Uludağ Mimarlık Orhan ve Zeynep Uludağ ile çelik yapılar üzerine sohbet gerçekleştirdik bu sayımızda. İkisi de ODTU Mimarlık Bölümü mezunu. 1987 yılında kurmuşlar Uludağ Mimarlık’ı ve 30. Yıl’ını kutluyorlar ofisin. Orhan Uludağ Yüksek Mimar ve aynı zamanda Şehir Plancısı. Profesyonel çalışmalarının yanında akademik hayattan da kopmamış, genç mimarlara deneyimlerini aktarmış. Uludağ Mimarlık’ın diğer ortağı Zeynep Uludağ ise Profesör Doktor ünvanlı Öğretim Üyesi. Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde bir dönem Dekanlık görevini de üstlenen Zeynep Uludağ halen daha üniversitede aktif olarak öğrencileriyle buluşmaya devam ediyor, yayınlar hazırlıyor. İki mimarımızla Ankara’daki ofislerinde buluştuk ve önce son dönemde gerçekleştirdikleri istasyon yapılarını, ardından şimdiye kadar ülkeye kazandırdıkları çelik yapıları, derken hazır kamunun başkenti Ankara’da olmamızın rüzgarıyla kamuya çelik yapı yapmayı konuştuk. Karşımızda iki birbirinden değerli mimarımızı bulunca elbette konu genişledi, büyüdü,derinleşti. Sektörün gerçek sorunlarını ele alıp, nasıl başa çıkılacağının yollarını aradık…
Uludağ Mimarlık internet sitesine girdiğimizde görüyoruz ki, son dönemde epey bir tren istasyonları projesi üzerine yoğunlaşmışsınız. Ve bu tasarımlar çelik ağırlıklı. Özellikle Eskişehir Tren İstasyonu çok çarpıcı. Nasıl oldu böyle birbiri ardına istasyon yapısı tasarımı?
Orhan ULUDAĞ: 1990’lı yılların başlarında ilk defa metro, raylı sistem projeleri ile tanıştık. Ankara Kızılay istasyonunda Gama- Güriş müteahhitti o zaman, biz mimari kısmını üstlendik, mimarisini yaptık. Sonra da bu raylı sistemler konusunda epeyce bir iş yaptık. Ankara’da, Antalya’da, İzmir’de, Marmaray’da çalıştık.
Hepsi farklı idarelere yapılan işti ama sonuçta bu tarz işleri yaptığımız için bir öne çıkma durumumuz oldu. Bir de Türkiye’de tren meseleleri biraz daha gündeme gelip hareketlenince biz de bu alanda tasarım geliştirme imkanı bulduk.
Önce Sapanca ve Pamukova ile başladık sonra Eskişehir oldu. Eskişehir çok güzel ve iddialı bir proje. Çok ciddi mimari söylemleri de olan bir proje. Çünkü Eskişehir’in bütün şehirlerden farkı da var, tren yollarıyla ilgili. Eskişehir tarihinde trenin yeri çok fazla, vagon üretim tesislerinin de ilk olarak orada kurulmuş olması gibi. Eskişehir’de gerçekleştirdiğimiz tasarım mevcut bir güzergah üzerinde yapılması gerektiği için zorlukları da olan bir proje idi. Rayların üzerinde dizayn etmemiz gerekiyor, hatlar var, yapılmış durumda, onun üzerinde tasarlamak durumundayız, arazi ayrıca SİT alanı içerisinde, koruma alanları var, eski tren garı da duracak, bunların hepsi de korunacak şekilde bir tasarım oluşturduk.
Eski gar yapısı da mı korunuyor?
Orhan ULUDAĞ: Evet ama bittiğinde müze olarak kullanılması planlanıyor. Ve biz eski gar yapısından öykünmeyle kitledeki izleri Eskişehir’e taşıyacak bir tasarım yaptık. Tren yollarının esasında kentler için yarattığı en önemli problem biliyoruz ki kenti fiziksel olarak kenti ikiye bölüyor.
Aynı zamanda şehir plancısı olarak, tren yollarının içinden geçtiği kentlerde kentin ikiye bölünmüşlüğü ve bunları birbirlerine birleşmek de hep önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu sorunu da göz önüne alarak, yapının önünde ve rayların üzerinde her iki tarafı da birbirine bağlayan bir kentsel platform oluşturduk ve onun üzerinden gar yapısını kurguladık. Biz bu yeni istasyon yapısının tasarımına başlamadan tren yolunun 3 km’ye yakın bir bölümü tamamen yer altına alınınca, istasyona doğru uzanan bir yaya ve araç aksı da oluştu. Bu aks kentin yaşamına yeni katılan bir unsur oldu ve biz de onun sonuna yeni tren garını konumlandırır vaziyete geldik. Gar kentin içinde merkezde yer alıyor ve ben kendi adıma bunun çok doğru olduğunu düşünüyorum. Demiryollarının genel politikasında tren istasyonlarını daha çağdaş normlara göre düzenlemek gibi bir istek var, bizim tasarımımız da tüm istekleri karşılayacak şekilde geliştirildi.
Ne aşamada şimdi bu proje, başladı mı inşaatı?
Orhan ULUDAĞ: Bekliyor, bütün projeler bitmiş durumda şu anda hazır, yarın inşaata başlanabilecek, ihaleye çıkılabilecek durumda ama bekliyor. Beklemesinin tek sebebi, yerin Kentsel SİT Alanı olmasından dolayı Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin genel bir imar planı çalışması var, 1/1000 lik plan değişikliğe uğradı, kuruldan ve belediyeden onaylanmadığı için bekliyor. 2-3 senedir onay bekleniyor. Buna bir şey diyemiyoruz biz de, hepimiz bu plan çalışmasının tamamlanmasını bekliyoruz.
Biz bu projeler için geldik ama bundan önceki çelik projeleriniz nelerdi biraz onları da anlatsanız bize…
Orhan ULUDAĞ: Bizim çelikle ilk ciddi tanışmamız Alaplı Spor Salonu’dur. 2000’li yılların başında yaptığımız bir çelik tasarımı. Daha öncesinde küçük kullanımlarımız olmuştu çeliği ama çelik anlamında söylenebilecek ilk projemiz budur. Çok büyük bir salon olmadığı için açıklıklarımız çok büyük değildi. İdaredeki arkadaşlarımız uzay kafes istediler. Uzay kafes çok da yaygın ama ben de uzay kafes konusunda hep biraz tereddütlüyümdür. Karşı değilim, büyük açıklıklarda yapabilirsiniz, olabilir ama ben orada yirmi metreyi az geçen bir açıklık yapıyorum, bu kadar açıklık için uzay kafesin mantıklı olmadığını o zaman için anlatmakta biraz zorlandık. Yapma profil kirişlerle geçebileceğimizi anlattık ve ikna ettik. Tamamını yapma profil kirişlerle tamamladık ve bitirdik. Çelik yapı anlamında spor yapısı çok yaptık. Örneğin Konya Selçuklu Belediyesi’nin okullar için yaptığı spor salonları vardı, küçük salonlardı ve 10 tane kadar yapacaklardı farklı iki tipte, biz onların da tamamını çelikten yaptık, çok da hızlı imal edildi, 6 ay içerisinde yapıldı bitti. Biliyorsunuz mimaride çelik biraz daha algılaması ve çözülmesi zor bir konu. Çelik malzemeye hakim olmak, çeliğin nasıl kullanılacağını öğrenmek bir süreç. Bir de baktığınız zaman yapıların boyutları ile de ilgili. Küçük hacimli yapılar yaptığınızda böyle bir ihtiyaç duymuyorsunuz, işverenin de öyle bir talebi yok, ne yapıyorsunuz siz de Türkiyede’ki geleneksel yapı sistemi olan betonarme ile devam ediyorsunuz. Betonarme yapı sistemi ile bu yapıları üretmek daha ekonomik, oransal olarak baktığınızda çelik maalesef Türkiye’de biraz daha yüksek maliyet getiriyor. Elbette yapının sistemine göre bu durum tartışılır ama geleneksel yapı sistemi içinde mukayese ettiğinizde çelik bir miktar arkada, geride kalıyor. Hızlı yapılmasını bir tarafa bırakın, imalat ve prefabrik montaj imkanlarını da bir tarafa koyun, kimi yapılarda ekonomik bir çözüm olamayabiliyor. Onun için bizim birçok küçük hacimli yapılarımızda çelik gündeme gelemedi. Ya da tamamen çelik olarak tasarlanmış yapılarımızın imalatında birtakım mukayeseler sonucunda işveren tarafından çelik yapmaktan vazgeçildi. Geniş açıklıklı yapılar gelmeye başlayınca, ister istemez çeliğin gündeme gelmesi zorunluluk haline geldi. Bunun yanında Karabük Kültür Merkezi projesi bizim için yine maalesef gerçekleşmeyen yapılardan bir tanesidir, proje bütünüyle bitmiş durumdayken yapılmadı, Karabük Kültür Merkezi projemiz tamamen çelik yapı olarak tasarlanmıştı. Bu proje bizi inanılmaz heyecanlandırmıştı ama rafa kaldırıldı.
Karabük İl Özel İdaresi istedi, içinde tiyatro, müze, sergi alanları gibi özel birimleri olan, tamamen çelik bir yapı tasarladık, uygulama projeleri de hazırlandı ama ihale aşamasında kaldı. Bu projeyi tasarlarken Karabük ile ilgili çok ciddi araştırmalar yaptık ve kentin çeliğin merkezi olmasını da dikkate alarak bu yapıyı çelik olarak tasarladık. 2007 yılında tasarladık olmadı ama yapılsaydı Türkiye’deki çelik yapılara iyi bir örnek teşkil edebilirdi.
Geleneksel yapı sistemlerinin dışına çıkıp çelik yapı tasarladığınızda bir zorlanma yaşıyor musunuz?
Orhan ULUDAĞ: Tabii ki kolay değil, betonarmeye göre çok daha detaylı bir çalışma gerekiyor ama kendi adımıza zorlandığımızı söyleyemem. Birlikte çalıştığımız ekibimiz bu konuda tecrübeli, bilgili, biz bu bilgiyi projemize yansıtabiliyoruz, zaten bu projelerde doğrudan üç boyutlu çalışıyoruz, ki o zaman karşılıklı anlaşmak, projenin üzerinde detayları çözmek daha kolay oluyor. O anlamda problem yok fakat şöyle sıkıntılar oluyor, onay aşamasına geldiğinizde sorunlarla karşılaşabiliyorsunuz. Çünkü gerçekten çeliği bilen insanların sayısı Türkiye’de maalesef sınırlı. Bu da hepinizin bildiği bir şey, anlatmanız gerekiyor. Çelik projelerin yapımında bir ayrıma geliyorsunuz, işi alırken verdiğiniz bedeller aslında çeliğin yapılması gereken imalat çözümlerini sağlayacak bedeller olmuyor. Genelde bu imalat resimleri yapılmayacak mı yapılacak mı diye düşünülüyor, önemsenmiyor başlangıçta ve oysa neredeyse bir proje bedeli kadar daha olan bir hizmetten bahsediyoruz. Öyle olunca projelerin çoğunda ve idare işi ihale ettikten sonra kimle çalışacaksa ona imalat çözümlerini hazırlatıp yapım aşamasına geliyor. Aslında bana göre doğrusu da projecinin imalatçı ile koordinasyon içerisinde imalat resimlerini hazırlamasıdır. Çünkü imalatı yapacak kişinin eline bütün imalat çözümlerini hazırlayıp verdiğiniz zaman sıkıntı ile karşılaşacaksınız, her imalatçının kendine göre imal edebilme olanakları var. Parçaları nasıl birleştirileceği konusunu tekrar bir elden geçirmeniz gerekiyor. Hepsini siz çizip verdiğinizde bu sefer imalat noktasındaki çeşitli sorunları ortaya çıkıyor. Bu bir ikilem ve hala idareler, işvereneler bu imalat çözümlemelerini projeciye mi yaptıracak yoksa imalatçıya mı yaptıracak konusunda kararsızlar, nasıl davranacaklarını bilemiyorlar. Biz tabii ki tüm çelik detaylarımızı, ölçülerimizi, kesitlerimizi, malzememizi, hesabımızı ilk aşamada tamamlıyor, mimari projelere bunları yansıtıyoruz. Mimari ile bu detayları örtüştürürken yangın tedbirlerinizi nasıl alacaksınız, korumalarınızı nasıl yapacaksınız veya ısısal farklardan ortaya çıkacak hareketleri binanın diğer elemanlarında nasıl çözümleyeceksiniz, çelik detaylarınız mimari açıdan beklediğiniz estetik değerleri nasıl yansıtacak gibi meseleler var ve tüm uygulama ve detaylarınızı, malzeme seçimlerinizi bunları dikkate alarak yapmanız gerekiyor.
Tasarımlarınızda mühendisler, imalatçılardan beklediğiniz desteği alabiliyor musunuz?
Orhan ULUDAĞ: Biz projemizde neden çelik istiyoruz; genelde geniş açıklıklar ve hızlı imalat konuları gündeme geldiğinde veya taşıyıcı sistem kesitlerini küçültme isteğinden hareketle betonarmeye kıyasla birtakım beklentileriniz var, bunlar için çelik yapıya yöneliyoruz. Ancak, mühendis arkadaşlarımız mimari tasarımımızın üzerinde çalışmaya başladıklarında ortaya çıkan kesitler çoğu zaman anormal ebatlarda çıkıyor ve bu genel bir itiraza neden oluyor. Çünkü, geniş açıklıklarda kullanılan taşıyıcı sistem kesitleri küçülsün diye yapıları çelik yapmayı tercih ediyoruz. Betonarmede çok genel bir yaklaşımla baktığınız zaman açıklığın yüzde onu kadar kiriş derinliği gerekirken, yapıda çeliğin tercih edilmesi için önemli kritelerden birisi bu ölçünün hatırı sayılır oranda küçülmesidir. Betonarmedeki orana yakın bir çözüm önerisiyle çelik proje çözümleri geldiği zaman hem malzemenin olanaklarından yararlanmamış hem de maliyeti yüksek bir imalat yapmış oluyorsunuz.
Bu durum sorgulandığı zaman da aldığımız cevap ülkemizin deprem koşulları ve yönetmeliklerimiz oluyor. Yönetmelikleri irdeleyecek ya da sorgulayacak durumda değilim ama mühendis arkadaşlarımızla tartışıyoruz ve benim buradan anladığım, ülkemizdeki yönetmeliklerde maalesef çeliğe yönelik bir düzenleme yeteri kadar yok. Yapıyı çelik, betonarme veya kompozit tasarlayın, hesap mantığı olarak pek bir değişiklik olmadan aynı sistem veya yaklaşım içerisinde çözülmesi gerekiyormuş gibi bir yaklaşım var. Doğal olarak taşıyıcı ebatları da küçülmeyince, herhangi bir avantaj da sağlamıyorsa çelikten uzaklaşmak bir anlamda zorunlu hale gelmeye başlıyor.
İkincisi belli projelerde, en azından bizim projelerde diyeyim, formlar ve açıklıkları biraz zorluyoruz tasarımlarımızla. Bu tasarımlar için gereksinim duyulan hesap değerlerini sağlayabilmek için de genelde yerli çelikle istenen çözümün elde edilemediği ve ithal çelik kullanılması gerekliliği gündeme geliyor. Böyle olunca da maliyetler yukarı çıkıyor ve sistemin yatırımcılar tarafından tekrar sorgulanmasına neden oluyor.
Basit bir form ile tasarladığımız Batman Havalimanı da imalat güçlüklerine bir örnektir. Üstü düz, altta ise eğrisel formda standart, üç boyutlu basit makaslar tasarlamıştık. Elbette geçilen açıklıklar itibariyle ölçüler büyük, alan büyük ama form olarak çok standart bir iş. Yapım süreci başladığında müteahhit tarafından imalatın imkansız olduğu gerekçesiyle çözümümüze itiraz edildi ve tasarımı değiştirerek düz bir makasa çevirmeyi önerdiler.
Bu tamamen yapının karekteristiğini değiştirecek bir öneri olduğu ve önerimizin imalat açısından herhangi bir sorunu olmadığı için kabul etmedik. Daha sonra, esasında müteahhidin Düzce’de imal etmeyi düşündüğü atölyenin imkanlarının kısıtlı olması, makasların bütün olarak imal edilmesi durumunda nakliyesini mümkün olmaması, müteahhidin parçalar halinde yapılacak imalatın montajını sahada yapmayı istememesi gibi nedenlerle çözümümüze karşı çıktığı anlaşıldı. Çelik bir yapı tasarladığınız zaman bir de bu imalat sürecini düşünmeniz gerektiğine dikkat çekmek için bu konuya değindim. Nerede, nasıl imal edilecek, nasıl taşınacak tasarım aşamasında düşünülmeli. Diğer yandan, yüklenicilerin de işi alırken projeleri ve yapım imkanlarını dikkatli bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu konuda haklı olduğumuz görülünce değişiklik talebinden de vazgeçildi ve tasarladığımız gibi imalat yapıldı.
Mersin Akdeniz Oyunları Spor Salonu’nda da benzer sorunlar yaşadık, orada farklı bir yaklaşımla ele aldığımız çelik çözümümüz bizim için son derece önemliydi. Bu projede mimar ile inşaat mühendisinin birlikte uyumlu çalışma alışkanlığı istediğimiz sonuca ulaşmamızdaki en önemli etmen oldu diyebilirim. Genelde spor salonları dikdörtgen yapılar gibi oluyor, ancak Mersin’de tribünlerin arkasında dört köşede oluşturduğumuz betonarme taşıyıcı blokların konumlanması nedeniyle çelik sistemin kullanıldığı çatı örtüsü kare formuna daha yakın olarak tasarlanmıştı. Bu ana taşıyıcılara diyagonal olarak oturan ve borudan imal edilen çelik makaslar ise çelik taşıyıcı sistemin omurgasını oluşturdu. Bu tasarımımızda betonarme ve çelik taşıyıcı sistemler taşıyıcı olmanın yanı sıra mimari açıdan da fonksiyonel olacak şekilde tasarlandı. Betonarme bloklar içinde düşey sirkülasyon elemanlarını barındırırken çelik makaslar
aydınlatma ile tesisatları ve onlara erişimi sağlayan kedi yollarını da oluşturdu. Tam saha ortasında diyagonal olarak birleşen makasların kesişim noktasına da yaklaşık üç ton ağırlığındaki skorboard yerleştirildi. Çeliği yani sadece taşıyıcı olarak değil fonksiyonel olarak da kullandık.
Kamuya çelik yapı tasarımı yapmayı konuşsak hazır kamunun şehri Ankara’da bir mimari ofisteyken. Kamu sektörüne iş yaparken tasarımda sizi sınırlayan bir durum oluyor mu?
Orhan ULUDAĞ: Yapısal tasarımda genel olarak kaygı projeden sonra imalatın nasıl gerçekleşeceği yönünde oluyor. Bu kaygı sadece kamuda değil aslında özel sektörde de yaşanıyor ve tasarım süreçlerini de etkiliyor. Ama bu durumun sadece çelikle alakası yok, bu durum betonarmede de aynı, çelikte de aynı, herhangi bir imalatta da aynı. Maalesef ülkemizde nitelikli eleman sorunu var ve çelik işleri gündeme geldiğinde bu durum biraz daha dramatik hale geliyor. Çünkü çelikte kaynakların, bağlantıların, ankrajların nasıl yapılacağı, doğru ve nitelikli malzemelerin kullanılıp kullanılmayacağı konusunda ciddi kaygılar var. Bu nedenle mühendis arkadaşlarımız özellikle yapımcısının belli olmadığı işlerde hesap ve projelerde genelde daha emniyetli tarafta kalmak istiyorlar. Bunu sadece çelik için söylemek istemiyorum betonarmede de durum böyle. Esasında teknik insanlar olarak bizler doğru olanı yapmak, optimum çözümü bulmak durumundayız.
Her tasarımı en kötü koşullara göre yaparsak tamamen gayri ekonomik imalatların ortaya çıkması da kaçınılmaz hal alır. Aslında temel problem yapım esnasında biz proje müelliflerinin tamamen yapım sürecinin dışında bırakılmasından kaynaklanmaktadır. Esas önemli problem burada. Mimar ve mühendisin tüm yapım süresince görme, inceleme, denetleme, kontrol etme imkanına sahip olması, ki yurtdışında pek çok ülkede bu proje müellifinden zorunlu olarak alınan bir hizmet iken Türkiye’de tamamen ihtiyari bir hizmet, pek çok yapının çok daha başarılı ve sorunsuz bir şekilde inşa edilmesine olanak sağlayacaktır. Maalesef özellikle kamu tarafına baktığınız zaman idareler zaten kadrolarında mimar mühendisleri olduğu gerekçesiyle kontrol hizmetini kendileri yürütebileceklerini öngörerek bir de proje müellifine ne gerek var gibi son derece yanlış bir yaklaşım içindeler. Proje müelliflerini imalat sürecinde işin içinde tutmanın işverene katkılarının anlaşılması halinde yapım süreçleri çok daha doğru yerlere ulaşacaktır. Türkiye’deki tasarım ofislerinin yapısını mı değiştirmek gerekiyor acaba, tasarımcılarıyla imalatçılarıyla, ilgili tüm birimlerin daha projenin en başından bir arada ortak çalışması sağlanabilse bu sorunların üstesinden gelinebilir mi? Çelik atölyelerini tanır mısınız, becerilerini, çelik yapıların olmazsa olmaz bağlantı elemanı üreticilerini, boya ve koruyucu malzeme üreticilerini, ürünlerini bilir mi mimarlar?
Tasarıma başlamadan öncesinde bu gruplarla ortak çalışma ortamı yaratılsa bahsettiğiniz sıkıntılar azalamaz mı?
Orhan ULUDAĞ: Çelik imalatçılarıyla çok diyaloğumuz olduğunu söylemek mümkün değil, zaman zaman yaptığımız işlerde tanıştığımız arkadaşlarla bir şekilde irtibatımız oluyor ama bunlar genelde son aşamada devrede giriyor. Söylediğinize katılıyorum, genelde Türkiye’deki mimari büroların böyle bir açığı var, diğer gruplarla başlangıçta irtibat halinde çalışamıyor. Biz pek böyle yapmıyoruz, bizim zaten yıllardan beri birlikte çalıştığımız ve çalışmaktan memnun olduğumuz bir ekibimiz var. Beraber çalışma kültürünü geliştirmiş bir grubumuz olduğu için bir projenin daha ilk eskiz aşamalarında dahi konuları tartışıp konuşabiliyor ve ortak çözümler üretebiliyoruz. Diğer yandan bu firmalar genelde bize gelmiyor ve inşaat mühendisleriyle irtibat kuruyorlar. Gerekli olduğunu düşündüğümüz zaman biz araştırıp, bulup görüşüyor ve bilgi alıyoruz. Bu firmalar mimarların çelik işlerinde rolünün olmadığı veya etkin olmadığı düşüncesiyle, daha çok mühendisler ya da müteahhitlerin alanına girdiği düşüncesiyle hareket ediyorlar. Örneğin, ilk yaptığımız çelik yapılarda kullandığımız çeliğin yangına karşı nasıl korunacağı konusunda çok eksik olduğumuzu da biz kendi kendimize araştırarak keşfettik. İmalatlar yapıldıkça, dünyadak gereken tedbirleri kendimiz öğrendik. Uluslararası yangın yönetmeliklerini okuyarak, bununla ilgili kim ne yapıyor diye kendimiz peşine düşüp yapanları bulup, ofisimize davet ederek onlardan aldığımız bilgiyi projelerimize aktardık. Eskiden belki bu kadar değildi belki ama artık tasarım sürecinde tüm disiplinlerin ve farklı aktörlerin bir arada olması, birlikte çalışması çok daha önemli. Önceleri yapım süreçleri daha çok mimarların üzerinden giderken şimdi tasarım ………….. ile yapım teknolojileri ve sistemleri mimarın koordinasyonunda çok farklı disiplinlerin birlikte çalışmasını zorunlu hale getirdi.
Uludağ Mimarlık Ofisi’nin diğer ortağı eşiniz aynı zamanda bir akademisyen, biliyoruz ki siz de uzun zamandır üniversitelerde proje derslerine giriyorsunuz, biraz oradan devam etsek, öğrencilerde çelik yapı kültürü nasıl oluşturulabilir, ilk oralardan başlaması gerekiyor elbet bu kültür değil mi?
Orhan ULUDAĞ: Evet öğrencilerden, okuldan gelecek bu kültür. Orada öğrenilenler profesyonel hayata da yansıyor çünkü. Jürisine katıldığımızda öğrenci projelerinde pek çok kez şunu görüyoruz. Yapının taşıyıcı sistemini nasıl çözdün diye sorduğunuz zaman, öğrenci hemen çelik yaptım diyor. Sanki çelik yapınca hiçbir şey çözmeye gerek kalmıyormuş gibi. Yapılar sanki kolon, kiriş, taşıyıcı sistem gerektirmeden kendiliğinden oluyormuşçasına davranabiliyor öğrenci. Genelde çözümde zorlandıkları zaman ve betonarme ile sistemi çözemeyeceğini fark edince çelik sistem bir kaçış veya kurtuluş gibi görülüyor. Sistemi nasıl yapacağını bilmemek profesyonel hayata da yansıyınca kolay ve alışılmış olan tercih edilir oluyor. Yani, sistem çelik olunca ne yapacağını pek de bilmiyorsan herkesin bildiği yoldan ilerlemek, geleneksel metotlara bağlı kalmak gibi kolaycı bir yaklaşım tercih edilebiliyor. Meslek hayatında mimarların çelikten kaçınmasının bir nedeni de bu olabilir diye düşünüyorum. Çeliği iyi tanımayınca bilmediğin sularda yüzmek elbette kolay değil. Deneyimleyerek, yaşayarak öğrenmek gerekiyor ve o süreç hiç de kolay olmayan sancılı bir süreç.
Türkiye’de çelik yapılarla ilgili yaşanan birçok sıkıntıdan söz ettik. Bir şeyleri değiştirmek adına önerileriniz nedir, derneğimizin ne yapmasını istersiniz bu sorunlara karşılık olarak?
Orhan ULUDAĞ: Düzenlemekte olduğunuz yarışmaların teşvik edici olduğunu düşünüyorum. Tasarım aşamasında çelikle çalışacak mimarların daha da bilgilendirilmesi lazım. Bana göre sadece seminerlerle, toplantılarla anlatmak yetmiyor, mimarlık biraz da yaşayarak öğreniliyor, yapılanları da görmek gerekiyor. Görmekten kastım Dünya’da yapılan iyi örnekleri görmek gerekli, bu da yetmez yapım süreçlerini bizzat gözlemlemek, yapılırken sahada görmek ve incelemek gerekir. Mimarlara, özellikle genç mimarlara bu bilgi birikimini sağlayacak imkanın sağlanması doğru olacaktır. Derslerde, kitaplardan ve internetten elde edilen bilgilerin yerinde pekiştirilmesi çok daha verimli ve doğru olacaktır.
Bütün bu konuştuklarımıza rağmen yine de epeyce bir ilerleme kaydedildi çelik yapılar anlamında Türkiye’de. Biraz da buna gönderme yapacak şekilde en beğendiğiniz çelik yapılardan örnekler vermenizi istesek, neler gelir gözünüzün önüne?
Orhan ULUDAĞ: Ben hayatım boyunca “en”lerden hep çok korktum ve kaçtım, beni rahatsız eder ama şöyle bir gruplamaya doğru gidersem yurtdışında yapıldığı dönemler itibariyle baktığımda Paris’deki Pompidou Kültür Merkezi bana çok önemli gelmiştir. O yapıyı görüp Türkiye’ye gelince neler yapabiliz diye düşünmüştük.
Nereye doğru gider çelik yapı sektöründe gelişmeler burada ve Dünya’da? Neler bekliyorsunuz çelik yapı alanında, neler görebiliriz ilerleyen zamanlarda sizce?
Orhan ULUDAĞ: Türkiye’de tabii inşaat sektörünün nereye doğru gideceğine bakmak gerekir öncelikle. Pek çok diğer ülkeden farklı olarak Türkiye’de inşaat sektörünün nereye, nasıl gideceği konusu önemli diye düşünüyorum. Türkiye büyüyen ve gelişen, nüfusu artan bir ülke, bu bize gösteriyor ki bizde yeni yapılara olan ihtiyaç devam edecek. Sektör belli dalgalanmalar yaşasa bile sonuçta belli bir artış trendi sürecek. Bunun önemli göstergelerinden birisi de yabancı tasarım firmalarının bir şekilde Türkiye’ye konuşlanıyor olmasıdır. Çeliğin sektör içerisindeki payının artıp artmayacağı konusunda ise bence, biraz maalesef Türkiye’de her şeyin basında ekonomi geliyor, beton ve çelik yapı arasındaki ekonomik makasın daralmasına bağlı olarak bir gelişme beklenebileceğini düşünüyorum. Geleneksel yapım maliyetlerinin işçiliklerin de artıyor olması çeliğin daha tercih edilir hale gelmesini sağlayabilir. Çelik hangi yapılarda daha çok tercih ediliyor diye baktığımızda, evet endüstriyel yapılarda, bizim yaptığımız gibi geniş açıklık geçilen kültür yapıları, spor yapılarında çatılarda zaten itirazsız herkes çelik diyor. Betonarme ile rahatça çözülebilecek olanlar bile bazen çelik deniyor. Ancak, tüm yapıyı çelik yapmak istediğiniz zaman karşınızda iki önemli engel olarak maliyet ve nitelikli işgücü çıkıyor. Geleneksel betonarme sistemlerin tercihinde ekonomik çözümler ve ekipler bulmanın kolaylığı göz ardı edilemez. Kolaya kaçmamak için insanımızı eğitmek ve bu işi yapabilecek insanların çoğalması gerekiyor. İşgücü ve ekonomik sorunlar belli oranda da olsa çözümlendiğinde çeliğin avantajları yapım süreçlerinde çok daha fazla dikkate alınacak ve çelik tercihi artacaktır. Zamandan tasarruf, sürdürülebilirlik gibi değerler gündeme gelerek birçok yapı çelik olarak imal edilebilir. Ülkelere göre değişmekle birlikte yurt dışında benim gördüğüm çeliğe doğru oldukça ciddi bir geçiş var. Buralarda çeliğin ön plana çıkıyor olmasının nedenin de yine ekonomik olduğunu düşünüyorum. Bu ülkelerdeki işçiliklerin maliyetlerinin çok yüksek olması teknolojik çözümlerin tercihini kuvvetlendiriyor. Ayrıca, yapı teknolojisinde de önemli ilerlemeler var. Örneğin, fiber teknolojisindeki gelişmelerin sonucu olarak, betonarme donatısında çelik yerine fiber kullanılması, çelik profiller yerine fiber profillerin kullanılması gibi uygulamalar da başladı.
Prof. Dr. Zeynep ULUDAĞ: “Çeliğin Arkasında Derinlik Var”
Öğrenciler de çelik yapılara ilgi nasıl?
Prof. Dr. Zeynep ULUDAĞ: Giderek artan şekilde bir ilgi var. Çelik malzeme mimara bir özgürlük verdiği için de hoşlarına gidiyor. Çok çözmekle uğraşmıyorlar, bu çelik deyince kolaylarına gidiyor. Halbuki çeliğin arkasında daha derinlik var. Kolaycılığa kaçabiliyor ama güncel bilgileri, çelik projeleri çok takip ediyorlar. Sosyal medya, internet, son dönemdeki gördüğü yapılardan etkileniyorlar. Çelik yapı çok aktörlü bir olay, tek başına mimarın işi değil ya da müteahhitin kendi arzusuna göre yapacağı bir yapı türü değil. Tüm disiplinlerle birlikte, sinerjiyle olacak.
Öğrenciler tasarımcı olmak istiyorlar ama çelik yapı ile ilgili teknik tarafı onlara ağır geliyor. Oysa o bilginin tasarımlarını desteklediğinin farkına varılması lazım. Çeliği biliyor olsa, çeliğin estetik tarafını biliyor olsa Calatrava gibi onu heykelsi kullanacağını biliyor olsa, yapıyla tasarımı birlikte götürecek.
Oysa şimdi ben tasarlarım biri de onu taşıtır, biri de inşa eder gibi düşünüyorlar. Bu şekilde baktıkları sürece olmayacak. Eğitimden başlıyor bu düşünceler ve bizler de bunu anlatmaya çalışıyoruz. Öğrencilerimizin çelik projelerini bu şekilde eleştirdiğimizde, bu yapı dersi değil ki, bunları beklediğinizi bilmiyordum diyorlar. Bizler de kaçırdıkları yeri onlara hatırlatıyor, nasıl yapabileceklerini anlatmaya çalışıyoruz.