1999 yılında Gölcük merkezli yaşanan deprem tüm ülkede büyük bir travma yarattı. 45 saniye süren ve resmi kaynaklara göre 7.4 büyüklüğündeki deprem bir kenti yok ederken insanların üzerinde maddi olduğu kadar manevi açıdan da büyük bir yıkımı beraberinde getirdi. Mimar ve mühendis olmasının yanı sıra kültürel alanda yaptığı çalışmalarla dikkat çeken ve dünya çapında "Kadın Lider" unvanını taşıyan sayılı isimlerden biri olan Dilek Alp, deprem gerçeğini farklı bir bakış açısıyla değerlendirdi.
17 Ağustos 1999'da yaşanan felaketin tanıklarından birisiniz, geriye dönüp baktığınızda "Şunlar keşke yapılsaydı!" dediğiniz neler var?
Ne yazık ki yaşadığım coğrafyada geçmişte böyle büyük bir felaket yaşanıp yaşanmadığına dair popüler hiçbir bilgimiz yoktu o dönemlerde. Daha doğrusu gündemimizde değildi.
Kocaeli'nin tarihinde birçok deprem felaketi yaşanmış; ancak bu bilgi şehir efsanesinden öteye gitmemişti bizler için.
Şehir, isminin Nicomedia olduğu Roma’nın başkenti olduğu dönemlerden itibaren defalarca büyük depremle karşılaşıyor, yok oluyor ve tekrar kuruluyor. Böyle bir alanda bizler bilinçsizce yaşamaya devam ediyorduk. Tarihinde bu kadar deprem yaşamış ve ana fay hattının üzerinde yapılanmış bir kent olmasına rağmen, göktaşının çarpması bile daha gerçekçi geliyordu bize sanırım. Bir deprem yönetmeliği dahi o zamanlar bizim için uzay teknolojisi gibi bir şeydi. Jeolojik tarihimizi bilmiyor ve bilmediğimiz tarih nedeniyle dersimize de çalışmıyorduk.
Oysa 1924 yılında Atatürk ve onun genç Türkiye'si deprem gerçeğin farkındaydı. Gölcük Tersanesini kazıklı ve raylı sistemde kurdu bu genç Cumhuriyet. Tersanenin kurulacağı alanın bataklık olması ve onlarca gölcüklerden oluşması nedeniyle zeminin sağlam olmadığının farkındalardı fakat tüm önlemleri alarak bir sistem kurdular. Bütün altyapı metal ve çelik üzerine yoğunlaşmıştı. Zaten fay hattı geçmesine rağmen en az hasarın yaşandığı bölge de burası oldu. Depreme karşı 1999 yılındaki bilincimiz genç Cumhuriyet’in çok daha gerisindeydi. Yapılanma, kentin büyümesi, şehir planlaması, bina kat sayısı geçen uzun yıllar içerisinde deprem açısından planlanmamış, düşünülmemişti.
Deprem olduktan sonra ilk şoku atlattığınızda nelerin eksik olduğunu gördünüz?
Bu derece büyük deprem kültürü olan bir insan değildim o güne kadar. 45 saniye süren felaketin deprem olduğunu bir süre sonra anlayabildim, diğer insanlar gibi. Öncesinde hayatımın farklı yıllarında ve dünyanın farklı yerlerinde deprem yaşamıştım. İşin merkezinde olmak ise daha büyük bir travma oluşturdu, hâliyle hepimizde. İlk olarak Gölcük Donanma Komutanlığı bölgede bulunduğu için denizden bir saldırıya uğradığımızı zannettik.
Bir geminin karaya çarptığını düşündük. Yaşadığım şey tam olarak harç makinasının içine düşmüş gibi bir oraya bir buraya savruluyor gibi hissetmemdi.
Evimizin koridor duvarlarının açılıp kapandığını gördüm; kapanma anında omuzlarımı sıkıştırdığı için hareket edemediğimi biliyorum. Şu an bunları biri bana anlatsa inanmam. Olayı idrak ettikten sonra ülkemizde bir deprem mizanseninin bulunmadığını, böyle bir durumla karşılaşıldığında ne yapılması gerektiğinin hiç bilinmediğini fark ettim. Bölgede ilk günlerde bir kargaşa hâkimdi. Doğal afet bilincimizin olmadığı ilk olarak Gölcük Depremi’nde net olarak anlaşıldı. Bölgenin tek şansı burada askeri birliklerin konuşlanmış olmasıydı. Olayın ardından hemen askeri disiplin ve sistem devreye girdi. Askeri hastane halkın kullanımına açıldı. Tüm giriş kapıları kente açık hale getirildi ve güvenli bölgeler yaratıldı. İlk müdahaleler de burada yapıldı. O günlerde Gölcük’te Donanma Komutanlığı olmasaydı kayıp sayımız çok daha artardı. Hızlı yanıt verdiler, organize oldular ve kendi ailelerini bırakıp halkın yardımına koştular. Sahra çadırlarında halka yemek dağıtımı burada
başladı. Doğal olarak arama kurtarma operasyonu askerler tarafından yönetildi. Halka moral verenler de onlar oldu.
Dediğim gibi Gölcük’ün en büyük şansı Donanması oldu.
Gölcük Depremini olayların tam içerisinde yaşayan biri olarak İstanbul’da olası bir depremle ilgili neler düşünüyorsunuz?
Binalardan kaynaklanan yıkımlar, yaralılara müdahale, hayatta kalanların beslenmesi, sağlık merkezlerine ulaşım, kent trafiği, deprem toplanma alanlarına vatandaşların ulaşımı, salgın hastalıklar ve deprem sonrası hayat gibi önemli konular hakkında hangi çalışmalar yapıldı? Bunu bir mimar olarak değil bir vatandaş olarak soruyorum. Bir ekmeği yaparken bile ciddi bir yol haritanız vardır. Neyi ne zaman yapacağınızı yani süreci bilirsiniz. Doğru zamanda doğru hamleyi yapmazsanız sonuç başarısız olur. İstanbul’da sıradan bir vatandaş ne yapacağını biliyor mu? Bu eğitim insanlara verildi mi? İç karartıcı bir tablo…
ABD’de 1993’te San Andreas fay hattı California’da bir depremin ortasındaydım. 2003 yılında Washington’da Isabel Kasırgası’nı yaşadım. 2008 yılında Şili depremine denk geldim. Devlet bu alanlarda ne yapılması gerektiğini biliyordu ve zararı minimuma indirdiler. Ancak New Orleans’ta 2005 yılında yaşanan Katrina Kasırgası’nda ise hiçbir planlamanın yapılmamış olduğunu gördük. Aynı devletin içinde eyaletlerde bile anlayış ve hazırlık farkı vardı. Katrina Kasırgası’nda büyük bir felaket yaşandı. Eğer hazır olursanız zararı en aza indirgeyebiliyorsunuz. Ancak hazır değilseniz doğa size acımıyor.
Deprem sonrasına gelelim. Gölcük’te deprem sonrasında yaptığınız çalışmalar sizi Beyaz Saray’a taşıdı. Bu süreç nasıl gelişti?
Yaraların tedavisi bir süre alıyor. Kent yöneticileri olarak neyi yaşadığımızı, nelerin eksik olduğunu çok iyi anlamamız gerekiyordu. Gölcük hepimizin hayatında ilkleri oluşturdu.
Ülkemiz için bu kadar stratejik bir alanının böyle büyük yara alması topraklarımız genelinde büyük bir şok yarattı.
Yaralarımızı sarmaya başladıktan sonra “Bundan sonra hayat nasıl devam edecek?” sorusunu sormaya başladık. Depreme karşı bir planımız olmadığı için doğal olarak depremden sonrası için de hazırlıksızdık. Nelerin bizi beklediğini yaşayarak öğrendik.
Şunu da hatırlatmak isterim. Bu benim her zaman şahsi düşüncem idi. Gölcük o günlerin ardından özgün bir kent planlamasıyla, yeniden masaya yatırılıp her detayı ile haritalandırılıp planlansaydı, depremden sonra yıkılıp tekrar ayağa kalkmış butik bir marka kent olabilirdi. Yıllar sonra Gölcük adı sadece depremle anılmak yerine küllerinden doğmuş markalaşmış kent özellikleri ile anılırdı. Bu fırsat kaçtı.
Sadece maddi yardım değil, bütün bilim kuruluşları Gölcük’e o günlerde teknik destek vermeye hazır haldeydiler.
Depremi Gölcük’te yaşadıktan sonra 1999 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden Gölcük Belediyesi’ne resmi transferim oldu. Bu bölge için faydalı bir şeyler yapmak istiyordum. Ankara’da İmar Dairesi’nde Kentsel Dönüşüm projelerinin en başarılısı olan Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesinin başındaydım. Bir kentin tekrar yapılanması için normalde Gölcük’te de bu alanda çalışmam bekleniyordu.
Ancak farklı bir yol izledim. İşin biraz daha toplumsal bölümünde kalmayı tercih ettim. İnsana odaklı çalışmanın daha önemli olduğunu düşündüm. Binaları, yolları, altyapıyı, sokakları tekrar inşa edebiliyorsunuz ancak bu felaketin insanın iç dünyasında açtığı yara ve travmalar çok farklı bir şeydi ve özel ilgilenilmesi gerekiyordu. O 45 saniyede her ailede en az bir bireyin vefatı söz konusuydu. Sakat kalan insanlar çoktu. Sokağa çıkmaya dahi korkan insanlarla karşılaştım. Travmaya dayalı her hastalık türü ortaya çıkmış olduğu günlerdi. O günlerde bölgeye gelen bilim insanlarını söylediği genel bir şey vardı. Depremi yaşayan insanların ruhsal açıdan etkilerini depremin 7-8 yıl sonrasında en derinden hissedecekleri kesindi. Biz yaralarımızı sararken bunu idrak edemedik. Gerçekten öyle oldu. Depremin 6-7 yıl sonrasında bu travmalar çığ gibi arttı. Enkazlar kalkmış olsa bile hayattaki boşluklar kapatılamadı. Bu dönem travmalar ile yakından ilgilendim.
İlk andan itibaren depremi her acısıyla yaşayan bir kişi olmama rağmen takıldığım konu “Bu insanları hayata nasıl tekrar kazandıracağız?” sorusu oldu. Çalışmalarım buraya evrildi.
Gölcük Belediyesinde Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğünde çalışmaya başladım. Bu süreçte kadınlar ve genç kızların daha fazla içine kapandıklarını, sosyal hayattan tamamen izole olduklarını gördüm. Daha önce de mesleki çalışmalarımın yanı sıra kadınlar ve çocuklar özelinde çalışmalarım yoğunluktaydı. Erkekler, bir şekilde evden dışarı çıkıp, yıkık bir kentte insanlarla konuşuyor, dertleşebiliyorlardı; ancak kadınlarda bu durum tam tersiydi. Eve kapanmaların ve panik atak vakalarının çok fazla olduğunu gördük. Kadınları dışarıya çıkartmak zorundaydık. Çok büyük bir güvensizlik hissettikleri için evi en güvenli alan olarak görüyorlardı. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Kentte yaşayan insanların kalplerine dokunup, acılarına verdikleri odağı değiştirmek için o dönemde belediye başkanı ile birlikte büyük bir risk aldık. Kentin tümden kültürel DNA’sını değiştirecek ilk adımı attık. Beyaz Saray’a giden yolun çıkış noktası da bu risk merkezi oldu.
BEYİNLERİ ENKAZDAN ÇIKARTTIK
Depremden yeni çıkmış, içine kapanmış, aidiyet duygusunu tümden kaybetmiş, amaçlarını yitirmiş ve önünü göremeyen, yaralarını sarmaya çalışan bir kentte, acılı ruhların toparlanması için sanatın ve kültürün yer alması gerektiği konusunda ısrarcı oldum. Kent insanından büyük tepki aldım. Yerel basın da bu tepkilerin artmasını sağladı. Oysa insanların bir şeylerle ilgilenmesi, vaktini doldurması, rutin düşüncelerinden kurtulması gerekiyordu. Sanatla alakalı herhangi bir hareketin bir karşılık bulacağına inanıyordum.
Ancak normalde de bu bölge, kendi içinde muhafazakâr bir yapıya sahipti. Deprem öncesinde bile sanat faaliyetleri çok kısıtlıydı. O dönemin belediye başkanı Sayın Mehmet Ellibeş, büyük bir sorumluluk aldı. Sayısız olumsuz eleştiri alırken ve kaotik bir durum içerisinde yaşam mücadelesi içindeyken ürkmeden bu konu üzerinde hareket etmeye karar verdik. “İş ve güvenlik sorunu var, açlık ve işsizlik var, sanat ve kültür nereden çıktı?” sorusu sürekli soruluyordu. Ancak geri adım atmadık. Gölcük’ün DNA’sını değiştiriyorduk. Bir sokak
sineması enkazından Marmara Bölgesi’ne ilham verecek kadar özgün 3 bin m²’lik bir sanat galerisi yarattık. 2007 yılında projeyi başlattım. Bir işletim sistemi kurdum. Diğer iki sanat merkezi noktası ile kentte bir iletişim ağı yarattım. O günlerde bir taşlanmadığım kaldı. Ancak insana dokunma açısından en kritik işlerden biriydi benim için. İlk altı ay kimse uğramadı galeriye tepki olarak. Birinci yılın sonunda günlük ziyaretçi sayısı 1500 civarına çıktı. 3. yıla girdiğimizde günlük ziyaretçi sayısı beş binin altına inmiyordu. Gençlerin, kadınların, çocukların, erkeklerin galeriye ve kütüphaneye heyecanla geldiklerini izledim, daha sonrasında. Sanat galerisinde kütüphane, toplantı salonları, gönüllü kadınların yönettiği bir kahve, sanat atölyeleri, sergi salonları vardı. Ayrıca sokak etkinlikleri de yapıyorduk. Bina ve içindekiler değildi farklı olan oradaki ruhtu… Beyinleri enkazdan çıkarttık. Bunun günlük raporlamasını yaptık. “Kimler galeriye geliyor? Ne kadar süre kalıyor ve hangi alanlarda faaliyet gösteriyor?” hepsi istatistik olarak karşımızdaydı. Rakamlar yalan söylemez.
Depremden sonra bir kentin DNA’sını değiştirmekle ilgili süreçte beni dikkatle izleyen yabancı bir grup vardı. Bu süreç yaşanırken sanatla alakalı devletin her alanından korkusuzca yardım istedim. Her zaman olumlu geri dönüşler oldu. Doğal olarak bir sempati de oluştu projeye dair. Yaptığımız işler, sergiler, bölgeye çağırdığım yabancı sanatçılar, şenlikler, yarışmalar, sempozyumlar, çalıştaylar, uluslararası bir gündem oluşturmaya başladı. Bunlar yaşanırken 2007 yılında ABD San Francisco’da bulunan Santa Clara Üniversitesi içerisinde bir “Kadın Liderler Bölüm Başkanlığı” kurulmaya başlanmış, bu bölüm kendisine dünya çapında 500 kadın lider yetiştirmeyi hedef koymuş. Türkiye’den 27 kadın aday belirlemişler. Benim dışımda herkes ünlü ve üst makamlarda. Gölcük Depremi tabi çok belirgin bir olay oldu, dünya çapında dikkat çekti.
Bu bölgedeki kadın profili olarak objektifler bana dönmüş.
Yaptığım çalışmaları uzaktan takip etmişler ve radarlarına girmişim. Benim bu süreçten çok haberim yok o dönemde.
Liderlik özelliğim dikkat çekmiş. 2008 yılında Türkiye’den Gölcük Depremi sonrasında kent ölçeğinde değişim yaratan, kadınlar ve çocuklar için yaptığım tüm çalışmalar sonucunda “Dünya Kadın Lider Adayı” olarak ABD’ye programa davet edildim. Tüm adaylar arasından seçilme sebeplerimden biri koyu puntolarla yazılmış dikkat çekiyordu:
“ENKAZ ŞEHİRDE PERSONELLERİ İLE BİRLİKTE 24 SAAT ÇALIŞAN KADIN YÖNETİCİ…”
Oradaki günlerinizi bize anlatır mısınız?
Kadın Liderler Programında yoğun ama damıtılmış bir eğitim aldım. Hillary Clinton, Condoleezza Rice gibi dönemin isimleri tecrübelerini bizlere aktardılar. Google, Yahoo, Cisco gibi dev şirket yöneticileri ile tanışıp çalışma fırsatımız oldu. O programın sonunda da Dünya Kadın Lideri olarak belgemi aldım. Bu belgenin ardından Şili Kültür Bakanlığı ile bir çalışmam oldu.
Kültürel Miras Uzmanı olarak bu ülkede çalıştım. Sonra Türkiye’ye döndüm. Kısa bir süre sonra ABD’de Beyaz Saray’da Türk Kültürel Miras Uzmanı unvanıyla çalışmam için Başkan Obama döneminde 2011 yılında Türk hükümetine resmi yazıyla davet edildim. Gölcük Depremi sonrasında yaptığım tüm bölgesel ilham verici çalışmalar ve devamında ABD’de alınan eğitim beni Beyaz Saray’a yavaş yavaş taşımış oldu. Beyaz Saray’daki Kültür Daire Başkanlığındaki günlerimde ABD’nin de kültürel mirasa sahip olduğuna dair çalışmalarımı gerçekleştirdim. Onlar çok genç bir ülke olduklarından kültürel mirasa sahip olabileceklerine pek inanmıyorlardı. Bu süreç Obama’nın ikinci dönem için seçime hazırlandığı döneme denk geldi. Hazırladığım rapor ikinci dönem için senato tarafından onaylandı. Ek yasa tasarılarına benim imzamla raporlar girdi.
Depremden sonra çeliğin önemini ilk fark edenlerden birisiniz. Çelik konstrüksiyondan yapılmış bir eve taşındınız. Bu süreci anlatır mısınız?
Bir mühendis olarak depremin hemen sonrasında Gölcük’te güvende hissedebileceğim yapıların çok az sayıda olduğunu biliyordum. O dönemde Türkiye’de çelik ev düşüncesi çok yeniydi. İstanbullu bir firma olan APEC – Akıllı Çelik Yapı Sistemleri Firması burada denemelere başladı. Böyle bir eve sahip olmak istedim. O dönem için biraz maliyetli oldu ama verilen her kuruşa değdi. 2007 yılında inşası bitti. Daha sonra birkaç ufak deprem yaşadım bu evde. Güvende olmak başka bir his.
“İnsanlık gelecek nesillerin gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek kalkınma yeteneğine sahiptir.” düşüncesi ile gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak hedefiyle tüm uygulamaların ve iş süreçlerinin sürdürülebilir prensiplerine göre planlanması gerektiğine inanırım. Çelik, yüzyıllar sonra bile %100 geri dönüştürülebilir bir malzeme olarak “Sürdürülebilir inşaat” kavramı çevresinde vazgeçilmez bir ürün olduğu için tercih ettim.
Deprem ve sonrasıyla ilgili son olarak neler söylemek istersiniz?
Büyük bir yıkımla karşı karşıya kalıyorsunuz, bu ortada. Hem maddi hem de manevi boyutu iyice düşünülmeli. Benim başarı hikâyemin ardından böyle kötü bir olaydan ders alıp “İnsanlar için neler yapabilirim ve sevdiklerim için hayat nasıl daha konforlu ve güvenli olabilir?” sorusunu kendime sormam yatıyor. Ancak bu soruyu artık bireysel olarak değil, ülkece sormalıyız. Geçmişten ders almamak gibi ne yazık ki kötü bir özelliğimiz var. Doğa bunun bedelini ödetiyor. Çok geç olmadan tüm ülkenin deprem bilincine ulaşması gerekiyor.
Merak uyandırmaktan bahsetmiyorum, bunu gerçeğimiz olarak kabullenip hayatımızı ve yaşam alanlarımızı yeniden tasarlamaktan bahsediyorum. Geleceğimize sağlıklı ve bilinçli bir miras bırakmamız gerekiyor.