TR|EN
Güncel
E-Bülten Aboneliği
Tevfik Seno Arda Lisesi
Yayınlar > Çelik Yapılar
Sayı: 73 - Kasım / Aralık 2021

Yapısal Çelik Günü


PANEL: ÇELİK YAPILAR AÇISINDAN YEŞİL MUTABAKAT, SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK SKDM İÇİN HAZIR MIYIZ?

Yeşil Mutabakat, Sürdürülebilirlik ve Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) ile ilgili olarak 22. Yapısal Çelik Günü kapsamında, 24 Kasım 2021 tarihinde düzenlenen panelin moderatörlüğünü ArcelorMittal RZK Çelik Servis Merkezi San. ve Tic. A.Ş.’den Dr. Kağan Yemez gerçekleştirdi. ÇİB Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve Çolakoğlu Metalurji CEO’su Uğur Dalbeler, SOGAD Yönetim Kurulu Başkanı ve BORÇELİK Genel Müdürü Kerem Çakır ile OYAK Maden Metalürji Operasyonel Mükemmellik Direktörü End. Y. Müh. Tayfun Kocabaş’ın katıldığı panel yoğun ilgi ile takip edildi.

 Panel, Dr. Kağan Yemez’in yaptığı kısa bilgilendirme konuşmasıyla başladı. Yemez, bilgilendirme konuşmasında şunları söyledi:
 
“Panelimize hepiniz hoş geldiniz. Konuşmacılara sorular yönelterek ilerleyeceğiz. Tüm cevapların gelmesinin ardından ise kısa bir değerlendirme yapacağız. Sözü konuşmacılara vermeden önce Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutluyorum.”
 
Panelden yansıyan bazı satırbaşları ise şu şekilde:
 
Yeşil Mutabakat hedeflerine ulaşma sürecinin özellikle yoğun ihracat yapan çelik üreticilerine artılarını, eksilerini ve sunduğu fırsatları nasıl özetlersiniz? Türkiye’deki çelik üreticileri bu konuda hangi aşamada?
Uğur Dalbeler: İki hafta önce ABD’de bir konferansta konuşmacıydım. İki gün boyunca konuştuğumuz tek konu karbondu. Hangimizin çeliğinin daha temiz ve daha yeşil olduğu tartışıldı. Son 5-6 senedir aynı toplantıya katılıyorum. En çok duyduğum sözcük “damping yapılmış çelik” idi. İthalat ABD’li veya Avrupalı üreticiler tarafından hiçbir fark gözetmeksizin böyle nitelendiriliyordu. Yani çelik yurt dışından geliyorsa bu mutlaka ve mutlaka damping yapılarak fiyatlandırılmış diye düşünüyorlardı. Fakat 2021 yılında Dünya’da dengeler değişip çok farklı bir döneme girildi. Malumunuz ABD’de çelik satış fiyatları dünya ortalamasının iki misli civarındaydı, Avrupa’da ise %50 daha yüksekti. Böyle bir durum söz konusu olunca daha önce bahsettiğim terminolojiyi kullanma şansları kalmadı. Çünkü böyle bir argüman artık geçerli değil. Yeni bir argüman geliştirmişler, ithalata “kirli çelik” diyorlar. 
 
Bu terminolojiyi Avrupa Çelik Üreticileri Konfederasyonu ortaya attı. Zira son 4-5 yıldır Dünya genelinde çok ciddi bir ticaret savaşı ve korumacılık var. Şimdi bunun son evresine giriyoruz, çünkü korumacılığın da bir son aşamasına geldik. Bu son aşama sonrasında neler yapılmalı konusunu ciddi bir şekilde düşündüler ve bu kavramla ortaya çıktılar. Zira ortam da buna müsait. Bu yüzden bizim önümüzdeki dönemde tartışacağımız en önemli konu bizim çeliğimiz ne kadar temiz bizim çeliğimiz ne kadar yeşil ekseninde olmalı. 
 
Türk çelik sektörünü Dünya ile kıyasladığımızda aslında ilk etapta bakıldığında ciddi bir avantaja sahibiz. Çünkü 1,8 milyar tonluk bir büyüklük içerisinde Dünya %75 cevher %25 hurda bazlı üretim yaparken Türkiye bunun tam tersi durumda. ABD gibi neredeyse %75’i hurdaya %25’i de cevhere dayalı üretimimiz. Ortalamada emisyon anlamında üretilen ton çelikte oldukça ciddi bir avantaja sahibiz. Ama bu bizi kurtaramaz. Bahsettiğimiz konu Kapsam 1 ile alakalı. Bunun bir de Kapsam 2’si var. Türkiye’deki enerji üretimi ise Dünya ortalamasına göre daha iyi gibi gözükse de bu bahsettiğimiz bölgelere yani ABD ve Avrupa’ya göre hâlâ dezavantajlı. Çünkü Avrupa’ya baktığımızda yaratılan her kilowatt saat için gram karbon ortalama 230 gram iken bu rakam Türkiye’ye geldiğinde Avrupa’nın iki misline çıkıyor. Dünya ortalaması 600 gram iken Türkiye’nin bu konuda bir avantajı var gibi gözükse de bizim bundan sonra düşünmemiz gereken bir enerji stratejimizin olması konusu. Zira Kapsam 3’e doğru gittiğinde bizi daha büyük bir sorun bekliyor. Tüketmiş olduğumuz hammaddenin %80 kadarını çok uzak mesafelerden taşıyoruz. Aynı şekilde ürettiğimiz ürünü de çok uzaklarda pazarlamaya çalışıyoruz. Bu süreç işin içine girdiğinde işimiz de bir o kadar zorlaşacak. Bu zorluğu minimize edebilmek için Kapsam 2 konusunda ciddi bir çalışma içerisine şimdiden girmemiz lazım.  Avrupa ve ABD’de çelik üreticileri ilk kez son 30-40 yıllık süreç içerisinde bir avantaj yakalamış durumdalar. 1985 yılından beri bu sektörün içerisindeyim. O günden bugüne üç kez ABD çelik endüstrisinin iflasına tanık oldum. Avrupa’da ise sektör sürekli olarak bu sınırda bocalamakta. Avrupa’daki yapı biraz daha farklı ABD’den. Ülkeler bu işin içerisine giriyor ve birtakım katkılarla sektörü ayakta tutuyor. Bundan sonrası için ise ciddi bir avantajları var. Yarattıkları enerji karbon salımı anlamında Dünya ortalamasının oldukça altında. İkinci olarak konu çelik olduğunda hammadde kaynaklarına, özellikle hurdaya çok çok daha yakınlar. Ayrıca piyasaları da çok iyi kontrol ediyorlar. Beklentimiz Avrupa’da ciddi bir yatırım yapılacağı yönünde. Bu tip yatırım ABD’de de yapılacak aynı şekilde. Bu bölgelerde hurdaya dayalı yeni kapasiteler ortaya çıkacak. Bu Türkiye’yi iki anlamda sıkıntıya sokacaktır. İlk olarak hammadde ihtiyacında bir rekabet yaratıp maliyeti yukarı çekecekler, ikinci olarak o pazarlarda üretim artacağı için Türkiye’nin ihracatında azalma ortaya çıkacaktır. Türk çelik sektörünün bunları göz önünde bulundurarak, Kapsam 2’yi de düşünerek bir enerji stratejisi oluşturması gerekiyor. Hammadde kaynaklarını ve çeşitliğini nasıl artırabileceğimize odaklanmamız şart. Ayrıca yeni pazarların da iyi belirlemesi gerekecek. 
 
Yeşil Mutabakat hedeflerine ulaşma sürecinde Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) uygulaması kapsamında çelik üreticilerini nasıl bir süreç bekliyor? Bu süreçte yaşanabilecek zorluklar ve bunun yanında kazanımları nasıl özetlersiniz?
Tayfun Kocabaş: Bu güzel günü düzenleyen Türk Yapısal Çelik Derneğine ve bütün katılımcılara teşekkür ediyorum. Sorunun odak noktasındaki SKDM’ye gelmeden evvel bir perspektif çizmek istiyorum. Çünkü buraya gelen süreçte ciddi bir arka plan, ihtiyaçlar ve ön hazırlıklar var. Biliyorsunuz, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gözlemlediğimiz kapitalist sistemde yüksek ekonomik büyüme temel hedeflerden bir tanesiydi. Ancak bu bir yere kadar sürdü. 1970’lerden itibaren çevre felaketleri baş göstermeye başlayınca, ekonomik büyüme hedefleri tek başına ne kadar doğru veya bizi ne kadar ileriye götürüyor soruları oluşmaya başladı zihinlerde. İlk etapta bu sorulara çok duyarlı yaklaşılmadı. Çeşitli argümanlarla yine ekonomik büyümeyi hedefleyen politikaları gördük. “Ekonomik büyümeyle toplumun refahı artacak, artan bu refah sayesinde çevre sorunlarına daha büyük kaynaklar aktarılabilecek” gibi basit varsayımlarla karşılaştık. Fakat yıllar, işin pek de öyle gitmediğini gösterdi hepimize. Hem çevre sorunlarıyla ilgili yaşadığımız durum ortada hem de genele baktığımızda refahın o düzeyde artmadığını görüyoruz. 
 
Serbest piyasa ekonomisinin en temel özelliği, piyasaları kendi haline bıraktığınızda en etkin şekilde işlemesi varsayımıdır. Eğer piyasalarda çeşitli aksaklıklar doğarsa da çok fazla müdahale edilmemelidir. Devlet müdahalesi veya çeşitli regülasyonlar devreye giriyorsa da bunları kaldırmanız ile piyasa kendi dengesini bulacaktır ve sorun çözülecektir. Fakat biraz önce anlattığım tarihsel perspektifi dikkate alarak gerçekten böyle mi oldu diye düşündüğümüzde, pek de böyle olmadığını söylemek mümkün. Tam tersine bizler büyük krizlerin her birinde müdahaleci politikaların devreye girdiğini gördük. 
 
Bildiğiniz üzere bu senenin yaz aylarında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli 6. Değerlendirme Raporunu yayımladı. Küresel ısınmanın insan kaynaklı etkisi bilimsel bir gerçeğe dönüşmüş durumda. İklim değişikliği, belki de bizlerin karşılaştığı en büyük ve kapsamlı piyasa aksaklığı. Bu piyasa aksaklığını yine çeşitli müdahaleci yaklaşımlarla düzeltmeye çalışacağız gibi görünüyor. Gelişmiş ülkeler kendilerine emisyon hedefleri koyuyor ve bunları hayata geçirmek için çalışmalar başlatıyor. Bu Avrupa Birliği’nin kendi içerisindeki Emisyon Ticaret Sisteminin (ETS) tetiklendiği kritik bir noktadır.
 
Emisyon Ticaret Sistemi ile Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasının uygulamalar açısından nasıl benzeştiğini aktarmak isterim. ETS bugünlere bir günde gelmedi. ETS Faz 1 2005’te başladı, şu anda Faz 4’ü yaşıyor Avrupa. Karbon sertifikaları konusunda belirlenen eşik değerin üzerinde olanlar ve altında olanlar, yani elinde sertifika olanlar ve sertifikaya ihtiyacı olanlar arasında bir nevi ticaret yapılıyor ve belli bir fiyat mekanizması sağlanıyor. En son kontrol ettiğimde 65 avro seviyelerini gösteriyordu raporlar. Ama 22 Kasım’da 70 avro seviyesinde bir rakamı da gördük. Avrupa Birliği içerisindeki bir üretici, ETS’nin getirdiği kurallar çerçevesinde belli bir emisyon maliyetine katlanmak zorunda kalıyor. En iyi %10’luk üreticinin performansı dikkate alınarak belirlenmiş bir eşik değeri söz konusu. Doğal olarak pek çok üretici bu eşik değerinin üzerinde salım yaptığı için karbon sertifikalarına ihtiyaç duyuyor. Bu da bir maliyet getiriyor. Sene başında sertifika fiyatı 30 avro civarındaydı. Bir yıllık zaman içerisinde sertifika fiyatlarında %100’lük bir artış söz konusu. 
 
Tüm bunlar olurken Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasını dikkate almamak çok mümkün değil. Avrupa Birliği içerisinde bir üretici ETS sisteminin getirdiği emisyon maliyetlerine katlanırken, benzer bir üretici AB dışında üretim yaptığında ve AB’ye mal sattığında bu maliyetlere katlanmıyor. Doğal olarak Avrupa Birliği de kendi üreticilerini dezavantajlı bir konuma sokmamak adına aynı denklikte Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizmasını kurgulamak istediğini bize bu senenin temmuz ayında bildirmiş durumda. “Fit for 55” paketinin içerisindeki 13 başlıktan bir tanesi de SKDM. Bu mekanizma şu an için beş tane sektörü içeriyor.  Biz de bu sektörlerden bir tanesiyiz. 
 
SKDM’nin taslağında görülen iki tane aşama var. Geçiş aşaması dediğimiz 2023 ile 2025 arasındaki dönem burada herhangi bir mali yükümlülükten bahsedilmiyor fakat ithalatçıların Kapsam 1 ve Kapsam 2 emisyonlarını raporlaması ve bu bilgilerin derlenmesi üzerine kurulu. Hemen akabinde ikinci aşamada 1 Ocak 2026 tarihinden itibaren SKDM’nin ticari hayatımıza maliyetler olarak yansıyacağını ve Kapsam 1 emisyonları üzerinden üreticilerin bu sertifikasyon teminine gitmek zorunda olacaklarını biliyoruz. 
 
Genel bir yorum olarak şunu söylemek isterim. Eğer biz kendi içimizde bir Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) kurgulamazsak ya da Avrupa Birliği’nin Emisyon Ticaret Sistemine göre daha hafif koşullarda bir kurguya gidersek sertifika ihtiyacı gündeme gelecek. Bu ülkemizdeki kaynakların dışarıya gitmesi gibi bir durum yaratacak. Açıkçası bu kaynağın Avrupa’ya gitmesi yerine ülkede kalması ve gerekli yeşil dönüşümün desteklenmesi konusunda bir fona dönüştürülmesinin tercih edilecek bir politika olacağını düşünüyorum.
 
Türk üreticileri için bütün bu konuların anlaşılması kendilerine olan etkilerinin hesaplanması ve daha somut haline getirilmesi ile bilgi eksiklikleri temel zorlanacağımız konuların başında geliyor. Yaptığımız panel gibi ortamlarda ve devletin de destekleyeceği platformlarda bilgilendirme ve bilinçlendirme faaliyetlerinin yürütülmesini kritik bir konu olarak görmekteyim.
 
Oyunun kurallarını bizim belirlemediğimiz bir durum var. Fakat değişim süreci sadece Türkiye’ye işleyen bir süreç değil. Süreci iyi izleyip, etkilerini gerçekçi bir şekilde ortaya koyduğumuzda ve doğru adımlar atarak zamanlama konusunda da treni kaçırmadığımızda rakiplerimize karşı avantajlı olacağımız aşikâr. 
 
Yeşil Mutabakat hedefine ulaşma sürecinde soğuk haddeleme, galvanizli ve boyalı sac üreticilerinin durumu nedir ve üreteciler bu konuda hangi safhada?
Kerem Çakır: Böylesine kapsamlı bir konuyu gündeme getirdiği için Türk Yapısal Çelik Derneğine teşekkür ederek ve tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü’nü kutlayarak sözlerime başlamak istiyorum. Hepimiz demir-çelik sektöründe faaliyet gösteriyoruz ama baktığımızda bu sektörün değer zincirinde farklı yerlerdeyiz. Bir tarafta maden çıkıyor, sıvı çelikten sıcak sac üretiliyor, bizler bu sıcak sacı alıyoruz soğuğa, haddeye çeviriyoruz. Sizler de çelik servis merkezlerinizde bazen bunu daha da ileriye, son kullanıcının istediği boyutlara çeviriyorsunuz. Sektör olarak hepimizi etkilemekle birlikte farklı dokunumları olabiliyor halihazırdaki gelişmelerin. Öncelikle demir-çelik çok önemli bir endüstri ve Yeşil Mutabakat içerisinde ayrı bir yeri var. Bunun ardında iki neden yatıyor. Birincisi, halihazırda kimyasal reaksiyon nedeniyle karbon salımı yaratan bir endüstri, ikincisi de enerji ihtiyacı. Bu ikisine baktığınızda kimyasal reaksiyon daha çok haddecilerin öncesinde çıkıyor. Elektrik ark ocaklarında nispeten çok daha küçük olmak üzere esas olarak yüksek fırınlarda karbondioksit salımı görüyoruz.  Halihazırda demir cevherinde bulunan oksijeni biz karbonla redükleyerek çıkartıyoruz. Dışarıya karbondioksit çıkıyor doğal olarak. Standart entegre tesislerin üretiminde belki kaçamayacağımız hidrojenle redükleme konusu var ancak bu konu sanırım uzak bir gelecekte olacak. 
 
Enerji kısmı ise ağırlıklı olarak haddelemede karşımıza çıkıyor. Bu açıdan baktığımızda haddeciler ve galvanizcilerin aslında karbon salımları biraz daha farklı gerçekleşiyor. Kapsam 1 ve 2’den örnek verecek olursak, bir haddecinin ve galvanizcinin Kapsam 1 ve 2 ile toplam olarak 1 ton üretimde çıkarttığı emisyon 130-135 kg’larda. Bunun yaklaşık 90 kg’ı Kapsam 1’den gelir, doğalgaz ile ilgili. Kapsam 2’den de geri kalanının geldiğini söyleyebilirim. 
 
Bununla birlikte maalesef haddeciler ve galvanizciler kendi karbon salımlarından değil ürünlerindeki toplam karbon salımından sorumlular. Dolayısıyla bir kademe geri gittiğinizde, aldığımız sıcak sacın üzerine ton başına 140-150 kg karbondioksit ekliyoruz. Peki, aldığımız sıcak sacda ne var? Kabaca aldığımız sıcak sac elektrikli ark ocağından geliyorsa zaten üzerinde 400-500 kg var. Eğer bunu yüksek fırınla entegre fırınlardan alıyorsak bu 2 tona kadar çıkıyor. Bu rakamlar teknoloji kullanımına göre değişiklik gösterebilir. Yani bizim üzerine 140-150 kg salım eklediğimiz bir üründe halihazırda ham malzemenin üzerinde karbon salımı zaten mevcut. 
 
Ürünümüz çok fazla bir karbon salımı çıkartmıyor. Bu bizim bir artımız. Eksimiz ise ürünümüzdeki salımın %90’ını zaten biz kontrol etmiyoruz. Aldığımız ham malzeme kaynaklarından gelmekte. Birincisi ile ilgili yapacağımız şeyler de var. Yani tabii ki bizler de işletmeler olarak ürettiğimiz 140-150 kg’ı aşağı çekmekle ilgili birçok sorumluluğumuzun farkındayız. Örnek vermek gerekirse, hidrojene dönüşümü hemen hemen bütün sektör tamamladı. Enerji ile ilgili sektörün yatırım yaptığını görüyoruz. Solar paneller şu an biliyorsunuz çok gündemde. Ama şunu da söylemek gerekir, o kadar enerji yoğun bir fabrikayız ki bütün fabrikamızın tepesini bu panellerle kapladığımızda dahi biz tüketimimizin ancak %2-3’ünü karşılayabiliyoruz. Yeşil enerji kaynaklarına özellikle solar paneller çok bir şey getirmiyor. Verimlilik ile ilgili çalışmalar yapmalıyız kendi yarattığımız emisyonu düşürmek için. Yanma verimliliklerini galvaniz ve tavlama hatlarında geliştirerek veya veri analitiği, dijital analizleri kullanarak üretkenlik ve enerji verimliliği sağlamak bizim yarattığımız karbon salımlarını aşağı çeken şeyler. Bizim halihazırda uyguladığımız makam araçlarında hibrit kullanmadan tutun da elektrikli forkliftlere dönüşüm var. Ama bir gerçek var ki bunlar ne yazık ki ürünümüzün içerisindeki karbon salımımızın çok küçük bir kısmı. 
 
Hazır olmamız gereken konu neresi? Ham malzeme seçimine daha fazla odaklanmamız gerekiyor. Bir haddeci ve galvaniz üretim tesisi şu anda eğer SKDM’den az etkilenmek istiyorsa veya ürünlerinde karbon salımını kontrol altına almak istiyorsa ilk olarak kontrol altına alması gereken şey ham malzeme tedariği. Burada avantajlarımız söz konusu. Tayfun ve Uğur Bey daha önce bahsetti. Türkiye’nin ağırlıklı olarak daha temiz demir-çelik üreten bir teknoloji seçimi var. Elektrikli ark ocakları ağırlıklı çalışıyoruz. Bu aslında Türkiye için bir avantaj olarak gözükmekte. Fakat biz gelişmiş ekonomiler gibi hurda üreten bir ekonomi değiliz. Dolayısıyla teknolojimiz ve sıcak taraftaki yatırımlarımız buna uygun olmakla beraber yerli kaynaklarından ağırlıklı olarak hurdaya ulaşım sağlayabilen bir ülke değiliz, hurdada dışarıya bağlıyız. Burada Uğur Bey’e de katılıyorum. Şu an çok net gözlemliyoruz, Avrupa 2026 yılına koşarken hummalı bir şekilde herkesin tekrar hurda kaynaklı üretimlere ciddi şekilde döndüklerini görüyoruz. Teknolojik olarak avantajımız var ama o teknolojiyi besleyen ham malzemeye ulaşım bakımında eksiğimiz var diye düşünüyorum. 
 
Ham malzeme kaynaklarını takip edecek sistemler oluşturuyor olmamız lazım. Yani biz iki gün sonra Avrupa’ya ciddi bir şekilde sınırda maliyetle karşılaşmadan galvanizli ürünümüzü göndermek istiyorsak o zaman bütün ERP sistemlerimizde de “bak bu çeliği şu firmadan aldım, bu çeliğin salımı şu seviyelerde ve temiz çeliktir” demek için bunun takibini yapabilecek mekanizmaları 2026’ya kadar oluşturuyor olmamız gerekecek. Tayfun Bey bahsetti, şu an karışık, tam belli değil nasıl uygulanacağı.  Ama şurası kesin ki mutlaka bir takip sistemi, hatta 3. parti uygulamalarıyla doğrulanacak bir sistem bize gerekiyor. Bu sistem merdiven şeklinde, ham malzemeden siparişe salım miktarı şu, üretimden bu kadar salım miktarı ortaya çıktı şeklinde bilgiler sunacak. Belki bobine veya siparişe, ürün gruplarına indirgenecek bir takip sistemini mutlaka oluşturmamız gerekecek. 
 
Tayfun Bey biraz önce bahsetti, ben de hızdan söz etmek istiyorum. Hız her zaman bizim artımız oldu. Sektör olarak yine hızlı hareket etmemiz gerektiğine inanıyorum. Şurası bir gerçek ki bu inisiyatifler, çevreyi korumak, daha sürdürülebilir ekonomiler ve bunları destekleyecek altyapılar kurulması gibi konularla yani ulvi amaçlarla başladı. Doğal olarak kapitalist ekonomide bu inisiyatif de zaman zaman korumacılığa hizmet verecek şekilde kullanılabiliyor. 10 yıl öncesinde bu korumacılık “sen damping yapıyorsun” veya “sen devlet süspansiyonu kullanıyorsun” şeklinde karşımıza çıkıyordu. Şimdi maalesef korumacılık anlamında teknolojik olarak “senin çeliğin pis” veya “senin çeliğin temiz” gibi yaklaşımlarla karşımıza çıkıyor.
 
Bununla uygun bir şekilde savaşmak için teknolojik değişim tarafında olmamız gerektiğine inanıyorum Türkiye olarak. Hızlı davrananların avantaj elde edeceğini düşünüyorum. Sadece Avrupa ile başlayan bir inisiyatif olmayacak bu. Avrupa’dan sonra diğer ülkelere de hızlı bir şekilde yansıyacağını görüyoruz. Şu an dört ana noktamız var olması gereken, birincisi çok hızlı bir şekilde ETS sistemine geçmemiz gerekiyor. İkincisi kurduğumuz ETS sistemi içerisinde karbon vergilerimiz Avrupa ile uyumlu olmalı. Üçüncüsü, çok ciddi bir fon yaratılacak karbon vergileri ile ilgili olarak. Bu fonun sektördeki kuruluşlara sürdürülebilirlik projelerini desteklemek amacıyla rahat bir şekilde aktarılması ve son olarak da Avrupa’nın emisyon ve karbon mekanizmalarını takip etmek zorunluluğunuz söz konusu. 
 
Çok önemli bir ticari partnerimiz olan ve bize ihtiyacı olacağını hissettiğimiz Avrupa’nın SKDM’sine verilecek her avronun aslında milli gelirden Avrupa’ya aktarılacak bir fon olduğunu düşünüyorum.  Bu fonu biz kendi içerimize döndürelim. Yanlış anlaşılmasın, sertifikaları ithalatçılar alacak ama bunu mutlaka fiyatlara yansıtacaklar. Avrupa’daki ithalatçı sertifikasına ton için 60 avro verirken gelip aynı fiyattan Türkiye’den çelik almayacaktır. Ekonomik olarak SKDM’ye takılacak her avro bizim için milli gelirden çıkacaktır. Aslında oyunu bir bakıma yönlendirecek olan büyük ağabeyler burada sıvı çelikten malzemeyi üreten firmalar. Onların da bu inisiyatifi yönlendirmelerini son derece takdir ediyorum. 
 
SKDM konusunun sağlıklı bir şekilde uygulamasında netlik kazanmayan kısımlar, endişeler var mı? Kendimiz bir ETS oluştursak bunu Avrupa’ya nasıl kabul ettiririz?
Uğur Dalbeler: Netlik kazanmayan aslında çok konu var. Bunun çıkış yeri Avrupa kaynaklı. Biz buna uyum sağlayalım. Avrupa çelik özelinde bizim aktivite büyüklüğümüz yaklaşık %35-40 civarında. Bu oran gittikçe azalıyor. Zira onlar sürekli olarak bize karşı önlem arayışları içerisindeler. O zaman ne yapacağız? %60-65’i ile ilgili bir belirsizlik var. Türkiye de Paris Anlaşmasını meclisinden onaylattı. Bu demek ki bundan sonra global anlamda düşünülmesi gereken bir husus var karşımızda. Düşünün,  ABD’li dedi ki “ulusal güvenlik, vergi koyuyorum”, Avrupalı dedi ki “ABD’li koyarsa o sapmalar beni de ilgilendirir, ben de koyuyorum.” Biz global anlamda korumacılık rüzgârını gördük. Bu bence öbür tarafta da aynı şekilde cereyan edecektir. Avrupa’nın aldığı önlem karşısında ABD’nin de önlem alacağı aşikâr. Çünkü onlar da aynı söyleme geçmiş durumlar. Diğer ülkeler de bunu takip edecektir. Bahsettiğimiz konu henüz tabii net değil. Ancak ne olursa olsun siz değişen düzene ayak uydurmak zorundasınız. Türkiye’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi değişen koşullara herkesten hızlı adapte olabilme kabiliyetidir. Biz hep krizler içerisinde olgunlaşıp büyüdüğümüz için koşullara uyma konusunda herkesten daha kabiliyetliyiz. Biz hazırlanalım bundan sonraki koşullar nasıl evrilecek ise ona göre de önlemlerimizi almaya başlayalım. Bu kaçınılmaz bir şey. Şunu da söylüyorum. Dünya’da yaratılan emisyonun %40’ı şehirler tarafından yaratılmakta ve hâlâ şehirleşme şu an teşvik edilen bir unsur. Ama ne oldu? Beş tane sektör belirlediler. Çünkü beş kişiyle uğraşmak daha kolay. Biz çelikçilerin maalesef hep sıkıntılı bir tarafı vardır. Ülkede doğalgaz sıkıntısı baş gösterirse hemen elektrik santrallerine “ilk suçlu” derler. Elektrik sıkıntısı baş gösterir, çelikçileri ararlar “yük düşün üretimlerinizi kısın” derler. Çünkü topu topu 20 kişi. Onları çözdüğünüz zaman problemin ilk aşamada büyük bir kısmını çözmüş oluyorsunuz. Biz de o kadersizlikle bu beş sektörün içerisinde girdik, bize yükleniyorlar. Bizim toplam emisyondaki katkımız %6-7 bildiğiniz gibi. Benim söylemeye çalıştığım bizim bir an önce bu sistemi Avrupa’da nasıl uygulanıyorsa aynı şekilde hazırlıklarımızı yapıp uygulamaya geçirmemiz gerektiğidir. Kendi içerimizde bunu uygulamamızın bize bir kaybı yok. Çünkü eninde sonunda oraya gidecek bu iş. Enerji politikasının belirlenmesi lazım. Bizim yaratmış olduğumuz kilowatt saat başına çıkan emisyonu Avrupa ortalamalarına çekmemiz gerekir ki rekabet gücümüzü koruyabilelim. Bunun için de bir kaynak oluşması lazım. Avrupa’nın bunu kabul edip etmemesi başka bir konu. Yeri geldiğinde tartışılacak. Benim Avrupalılara olan inancım son birkaç yıldır oldukça sarsılmış olsa da Avrupa değerlerine ve standartlarına hâlâ inanan bir insanım. Demeye çalıştığım özetle bunu yürürlüğe sokacak mekanizmaları kurup yerli ETS fonunu yaratmamız lazım. 
 
Kerem Çakır: Bir ilave yapmak istiyorum. Aynı zamanda gözden kaçan bir konu var. Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) anlaşması sonucunda bazı sektörlere devlet desteği son derece kısıtlandı. Yani maalesef bizim sektöre bir de böyle vuruyorlar. Bizim sektöre baktığınızda AKÇT kapsamında demir-çelik olarak herhangi bir teşvik verilemiyor. Fakat son 1-2 sene içerisinde net bir şekilde görüyoruz ki Avrupa Birliği’nde karbon vergisi ile toplanan fonlar sürdürülebilirlik adı altında tekrar çok ciddi bir şekilde ilave desteklerle beraber demir-çelik sektörüne akıtılıyor. Dolayısıyla bu fonların yaratılması ve sektöre aktarılması bir fırsat olabilir. Bu fonun güvenli bir şekilde finansal olarak desteklenerek demir-çelik sektörüne aktarılması ve bunun sağlıklı bir şekilde yapılması çok çok önemli.
 
Bir hurdadan çelik üretimi bir de cevherden çelik üretimi var. Bazı çelik kaliteleri var ki bunları cevherden üretmeniz gerekiyor. Bu tip kalitedeki çelikler hurdadan üretilebilir mi?
Tayfun Kocabaş: Öncelikle sorunuza konuşmamın son bölümünde cevap vermek isterim. Uğur ve Kerem Bey’in konuşmalarından birkaç not aldım. Bazı şeyler paylaşmak istiyorum. AKÇT’de belirttiğiniz gibi destekleme konusunda bazı kısıtlamalar var. Bu ayağımıza takılır mı sorusu ortada. Fakat çevreye yönelik yatırımlar olduğunda esnekliklerin olduğunu konuşuyoruz. Eğer ülkemizde ETS kurgulanır toplanan fonlar da böyle bir noktadan tekrar teknoloji üretmeye, emisyonu düşüren teknolojileri sağlamaya kanalize edilirse o şartlar altında yeşil dönüşüm tahsis edilebilir. Burada fonlar ve kullanımı konusundaki şeffaflık çok kritik. 
 
Bir diğer konu ise Kapsam 1-2 ve 3. Şu an biliyorsunuz SKDM’de beş sektör (Demir Çelik, Alüminyum, Gübre, Çimento, Elektrik Üreticileri) Kapsam 1 emisyonlarından sorumlu. Fakat bu ileride Kapsam 2 veya 3 olmayacak anlamında değil. Muhtemelen genişleyecektir. Ülkemizde ETS kurulduğunda bu beş sektörden biri olan elektrik üretimi sektörü zaten ETS’ye tabi olacak. Doğal olarak onlar da Kapsam 1’de, yani kendi hammaddesinden elektrik üretiminde ilgili emisyon maliyetlerini yönetmek zorunda kalacaklar. Bu doğal olarak elektriğin fiyatına etki edecek. Bizler de kullandığımız girdiler noktasında maliyetler anlamında bu durumun etkisini yaşıyor olacağız. Kerem Bey, sizin söylediğiniz sıcak haddelenmiş ruloda entegre üreticilerden gelen ton başına emisyon konusu önemli elbette. Bu sizin girdi olarak kabul ettiğiniz bir seviye. Fakat sonuçta bir teknoloji var bu işin arkasında ve entegre üreticiler de bu teknolojiye dayalı üretim yapıyorlar. Yani entegre üreticiler yüksek fırınlarını kok kömürüyle çalıştırıyorlar. Kömürü yakıyorsunuz, doğal olarak toplamdaki demin söylediğiniz rakamın %90’ına yakınını sıvı ham demiri üretirken emisyon olarak yanma reaksiyonu sonucunda çıkartmış oluyorsunuz. Şu anki teknolojinin geldiği seviye bu. Tabii burada farklı tip üreticilerin çözüm arayışları oldukça ayrışacaktır. Ark ocağı ile üretenlerle bizim gibi entegre üreticiler arasında farklı çözüm tekniklerini konuşuyor olacağız. İki farklı açıdan yorumlayayım. Var olan tesisleri yeni bir teknoloji ile değiştirdiğimizi varsayalım. Bu öyle çok kolay alınabilecek bir karar türü değil. Çünkü yüksek fırın dediğimiz yapının ortalama ömrü 40 yıl. Dünyadaki yüksek fırınların da mevcut yaş değerlerine bakacak olursanız Dünya Çelik Birliğinin rakamlarıyla 14-15 seneden bahsediyoruz. Bütün Dünya 14-15 yaşındaki yüksek fırınlarla bir süre daha üretim yapmaya devam edecek. Bundan kaçışımız yok. Ancak tabii bu durum halihazırdaki tesislerde verimliliğin iyileştirilmesine dair dijitalleşmeyle ilgili, yatay entegrasyon ve optimizasyonla ilgili çözümler çok ciddi oranda ton başına emisyonlarınızı aşağıya doğru çekebilir. Burada iyi bir fırsat var. Ya da yapabiliyorsanız çelikhanenizde hurda oranını artırmaya dönük teknolojilerin peşinden koşabilirsiniz. Veya yakıt teknolojileriyle ilgili iyileştirmelerin peşinden gidebilirsiniz. 
 
Yüksek fırınları bir süre daha kullanmak zorunda olduğumuz gerçeği ile karbonu tutma, yakalama, depolama ve eğer kullanabiliyorsanız kullanma ile ilgili yeni teknolojileri de masaya yatırmak mümkün. Burada yelpaze çok geniş. Japonlara baktığımızda metanizasyon tesisleri kuruluyorlar. Bu süreçten elde edilen bir miktar hidrojenle tekrar yüksek fırınları besliyorlar. Buradan %10-20 arasında emisyon azaltımı bekliyorlar. Bu ve buna benzer şekilde entegre çeliğin klasik üretim rotasında halihazırda elinizdekilerle yapabileceğiniz şeyler de var. Fakat bir de belli olgunluk seviyelerinde yepyeni teknolojiler var. Açıkçası oraları yeni yatırım fikirleri önünüze geldiğinde ya da var olan ekipmanınız ekonomik ömrünün sonuna geliyorsa düşünebilirsiniz. Fakat yeni teknolojilerin olgunluk anlamında ne seviyede olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Örneğin şu an çok yerde de karşımıza çıkıyor İsveç’teki HYBRIT projesi. Hammadde tedarikçisi, çelik üreticisi ve enerji üreticisi bir araya gelip yeşil hidrojen ile çalışan pilot tesiste saatte 1 ton yeşil çelik üretebiliyorlar. Bu tür projelerle deniyorlar, öğreniyorlar, geliştiriyorlar. Bunun gelecekte gelişmesi ve demo ölçeğine taşınması söz konusu. Daha sonra da eğer yeşil hidrojeni bir altyapı çözümüyle tesislerimize taşıyabilirsek yepyeni bir üretim tipine dönüşüm mümkün. Sözlerimi şöyle toparlayayım, emisyonu aşağı çekmek adına nispeten çok çok büyük miktarlarda yatırımlar gerektiren, çok da kolay olmayan bir dönüşümden bahsediyoruz. Burası kritik. 
 
Son olarak hurda konusu ile ilgili birkaç ekleme yapmayı çok isterim. Uluslararası Enerji Ajansının (IEA) sektörümüz için yayınladığı çok güzel bir raporu var (Iron and Steel Technology Roadmap: Towards more sustainable steelmaking). Bu raporda da dile getirilen açık bir gerçek var ki dünyanın çelik ihtiyacını sadece hurdadan karşılamak mümkün değil. Cevherden üretim yapmaya devam etmek zorundayız. Az önce bahsettiğim yöntemleri entegre üreticiler çok yakından takip etmeli. Avrupa Birliği bu noktada açıkçası oldukça önde gidiyor. Yıllardır araştırma fonları ve pilot projelerle desteklenen çalışmalar var. Bilgi ve bilimi üretiyorlar, denemelerini yapıyorlar. Bu bakımdan yeni teknoloji konusunda bizlere göre nispeten çok daha avantajlı noktadalar. Benim naçizane önerim bir şekilde sektör oyuncuları olarak oralardaki süreçlere dâhil olmamız. Bu çok farklı boyutlarda veya AR-GE çalışmaları ile de olabilir. Ne kadar yakın temasta olursak bu tip teknolojiler konusunda o kadar bilgimiz olur. Zamanlama açısından da çok daha hızlı ve doğru bir şekilde hareket edebileceğimizi düşünüyorum. 

Avrupa ve Türkiye açısından 2050 hedeflerinin ulaşılabilirliği açısından ne düşünüyorsunuz?
Tayfun Kocabaş: 2050’de sıfırı görür müyüz sorusu kolay bir soru değil. Yanıtı verirken kolaya kaçacağım. Bahsettiğim IEA raporunda iki tane yaklaşım var. Birincisi, “Sürdürülebilir Kalkınma Senaryosu” olarak tanımlanıyor. Uluslararası Enerji Ajansı bu senaryoyu incelemiş ve sonucunda sıfır emisyona 2050’de varılamıyor. Ama ciddi bir azalma sağlanıyor sıfırı göremeseniz bile. İkincisi de inovatif yaklaşımların hızlıca hayata geçirildiği, örneğin yeşil hidrojenin erkenden kullanılması gibi. Bu senaryoda 2050’de sıfıra yaklaşıyorsunuz yani mümkün.  Dünyada herkesin bu işe kafa yorduğu bir durumdan söz ediyoruz. Bu işe kaynak ayrılıp AR-GE yapılıyor. İnsanlığın “The Faster Innovation Case” denilen bu senaryoda yenilikçi çözümler bulmasına umutla bakmak lazım. 

Uğur Dalbeler: Öncelikle düzeltmek gerekir bizim hedefimiz 2053. Hedeften bol bir şey yok aslında, mühim olan hedeften sonra ne kadar çaba ortaya konulduğu. Bazı ülkeler bu tarihi 2060 olarak belirlediler. Ben o tarihlere çok gitmeyeceğim malum bu tarihler hepimizi emekli eder gibi görünüyor. O yüzden bence biz kendi bulunduğumuz dönemde neler yapmalıyız, bunun üzerinde konuşacağım. Tayfun Bey gayet güzel söyledi. İhtiyacımız olan çeliği üretmek için biz cevhere muhtacız. Mevcut teknolojiyle de bunu ancak karbonla redükleyebiliyoruz. 
 
Bir tarafta da işin şöyle bir boyutu var. İki hafta önceki konferansta herkes şunu söyledi: “Biz daha temiz çeliği üreteceğiz, biz daha yeşil çelik üreteceğiz, bunu üretirken de büyüyeceğiz.” Tayfun Bey’in başta söylediği büyüme mentalitesi üzerinden hedefler belirleniyor. Aslında bir taraftan büyümek demek daha fazla tüketmek demek. Dolayısıyla daha fazla üretmek ise daha fazla emisyon yaratmak demek. Biz bu büyüme modeli içerisinde bir şeyleri aşağıya çekmeye çalışıyoruz. Bunun alternatifini de düşünmek lazım. Ben bilime inanan, çok da güvenen bir insanım. Bu yüzden önümüzdeki süreçte sadece karbona alternatif bir çözüm yerine başka çözümlerin de yaratılacağına, yani daha dayanıklı bir malzeme, daha az miktarla daha fazla iş görecek çalışmaların ortaya çıkacağına inanıyorum. En basitini söyleyeyim. Bu işe başladığımda inşaatlarda kullanılan çubuklar düzdü ve çok daha yumuşaktı. Daha sonra daha düşük kesitte ve daha dayanımlı yani daha az çelik kullanılarak aynı mukavemeti yapacak malzemeler üretildi. Bugün otomotiv sektöründe de öyle. Gittikçe malzeme incelir ama dayanımı artar. Alternatifler mutlaka bulunacaktır. Böylelikle verilen hedefe yaklaşma noktasında adımlar atılacaktır. Ancak yine konuya döneceğim, biz ne yapmalıyız? Biz en azından rakiplerimizle aramızdaki avantajı nasıl koruyacağımıza odaklanmalıyız. Farkı korumaya devam etmeliyiz. 
 
Ruslar %80 oranında cevhere dayalı üretim yapıyorlar ve eski tesislerle yapıyorlar bunu. Emisyonları oldukça yüksek gibi görünse de çok ciddi bir maliyet avantajları var. Siz bugün 70 dolar karbon vergisini uygulasanız da Rus aslında 70 dolarlık bir karbon vergisini rahatlıkla kaldırabilecek bir maliyet yapısına sahip. O taraftan da bakmak gerekiyor. Biz diğerlerine göre neredeyiz ve avantajımızı nasıl koruyabilir artırabiliriz konusunun üzerine gitmek lazım. Türkiye’de çelik sektöründe biraz önce bahsettiğimiz gibi hammadde konusunda ciddi bir sıkıntımız var. Buna mutlaka alternatifler getirmek zorundayız. Zira hurdayı ABD’den veya Avrupa’dan buraya taşı, sonra tekrar üret, geri gönder, bu sıkıntılı. Ama ondan öte daha sıkıntılı konumuz bizim üretirken enerjide yarattığımız emisyon. Buna nasıl bir alternatif yaratıp, nasıl aşağıya çekeceğiz? İlk etapta bence bunlar üzerine yoğunlaşalım. Bunlar üzerine yoğunlaştıktan sonra mevcut yapıda avantajımızı epeyce bir süre koruyabiliriz. Türk çelik sektörü son 20 senede atağa kalktı. Mevcut yatırımlarını bu dönemlerde oluşturdu. Dünyadaki rakipleriyle kıyaslandığında teknolojik olarak bence ilerideyiz, donanımımız daha yüksek. Biz bu avantajı lehimize uzun bir süre boyunca koruyabiliriz. 
 
Kerem Çakır: Biz sıvı çelik üreticisi değiliz. Genel olarak gördüğümle ilgili olarak şunu söyleyebilirim. 2050’de mi 2053’temi yoksa 2055’te mi yakalarız konusunda çok fazla bir yorum yapamıyorum. Birçoğumuzun kariyer hedefini geçecek uzunlukta süreler bunlar. Bu hedeflere ulaşılacaksa bile şöyle bir gerçek var bu iş cevherden olmak durumunda. Otomotiv ve beyaz eşya sektörüne de özel kalite saclar üreten bir şirket olarak, üretimimizde kullandığımız sıcak sacın bir kısmını hurda tesislerimizde iyileştirerek hacimlerimizi artıyoruz. Maalesef bir kısım elementlerin varlığından dolayı cevherle çalışan yüksek fırınlarla çalışma zorunluluğu var. Dolayısıyla bunları birleştirdiğimizde hayatımızda mutlaka cevher olacaksa bu hedeflere de mutlaka varacaksak, bir şekilde teknolojik dönüşümü yüksek fırınlar sağlayacak. Zor bir dönüşüm bunun farkındayız. Hayal demek istemiyorum ama baktığımızda çok uzun vadeli bir vizyon olarak görüyorum. Şu anda karbon değil hidrojenden redüklenmesi konuşuluyor. Hidrojen de en ucuz nasıl sağlanıyor? Yaklaşık 6 dolara geliyor kilogramı hidrojenin elektroliz yöntemiyle. Elektroliz yönteminin de en büyük handikapı çok büyük enerji ihtiyacı olan yoğun bir proses olması. Dolayısıyla “çeliği yeşil hidrojenle üreteyim” dediğinizde yenilebilir enerji kaynaklarınızın oranı çok farklı olması gerekiyor şu andaki düzenden. Bu nedenle sadece demir-çelik sektörünü değil tüm endüstrinin genelinde enerjinin nasıl yaratıldığına dair bir değişimi gerektiren süreç olacak. Ben mutlaka bu sürecin geleceğini görüyorum. 6 dolarlık hidrojen maliyetinin 2 dolara düşmesi gerekiyor ki halihazırdaki fosil yakıtlara karşı rekabetçi olabilsin. Her şeyin ekonomik bir boyutu var. 6 dolardan 2 dolara düşer mi, düşebilir. Teknolojik gelişmelere baktığımızda şu anda kullandığımız bilgisayarları 10 sene önce kaç dolara üretiyorduk, teknoloji bu noktaya gelecek ama aynı zamanda altyapının ve sürdürülebilir enerji kaynaklarının ciddi bir şekilde gelişmeye ihtiyacı var. Uzun ve zorlu bir süreç olacak bizim için. 

Son sözleri almak istiyorum. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Tayfun Kocabaş: Ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Hatta benzetme tarzında olsun. Okullarda “hoca sınavı çok zor yapacakmış” derler. Olacaksa herkese çok zor olacak. Buradaki değişim ve dönüşüm süreci de sadece Türkiye’ye özgü değil. Dolayısıyla muhtemelen konuştuğumuz şeyler başımıza gelecek ve yaşayacağız. Benim önerim ve tavsiyem bu değişim sürecine olabildiğince yakın durmak. Hem devlet nezdinde bu işlerin çok yakın takip edilip sektörlerle temasın güçlendirilmesi hem de özel sektörün de temas kurabileceğimiz noktalarda yakın durup iletişim halinde olması çok kritik. İşin AR-GE boyutunu, oradaki pilot projelerin ne vaat ettiğini incelememiz gerekiyor. Ayrıca yatırımcı arayan emisyonu azaltım teknolojileri anlamında girişimler var. Onların mutlaka izlenmesi ve fırsat görülüyorsa da desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.
 
Uğur Dalbeler: Açış konuşmalarında Yener Bey sözü bana vermeden önce birkaç noktaya değinmişti. Bu noktaları tekrar etmek istiyorum. Bizde maalesef çok eksik olan bir durum var o da iş birliği kültürü. Yani daha çok bireysel hareket etmeyi seviyoruz ama bu konu gerçekten önemli. Hepimizi ilgilendiriyor. Bundan 3 sene önce Koreli Posco’nun başkanı Dünya Çelik Birliği toplantısında “bu hepimizin sorunu, gelin hep beraber çözelim. 5 milyar dolarlık sırf araştırma bütçesi gerekiyor” dedi. Geçen ekim ayında Seul’de hidrojenle redükleme noktasında ciddi bir konferans düzenlediler. Bizim de buna benzer bir yaklaşım göstermemiz lazım. Çünkü Dünya değişmeye başladı. Yeni bir yapı kuruluyor. Bahsettiğimiz gibi geçmişteki globalleşme bölgeselleşmeye doğru evriliyor. İnsanlar kendi sorunlarını kendi bölgelerinde çözmeye başladılar. Tedarik zincirlerini buna göre şekillendiriyorlar. Bizler de bu işin bir parçasıyız. Bu değer zincirinin bir halkası olarak aslında zincirin gerektirdiği kenetlenmeyi göstererek, sorunları birlikte çözmeye çalışırsak sonuca varırız. Bu hepimizin yararına olur. Zira karşımızdaki rakip birbirimiz değiliz. Eğer ABD’li ve Avrupalı bizi bu kadar büyük bir hedef haline getiriyorsa bu onların bizi nasıl gördüğüyle alakalı. Bizi o kadar büyük bir rakip olarak görüyorlar ki bize karşı önlem alma adına ekstra çabalar içerisine giriyorlar. Bunu göz önünde bulundurarak, iş birliği kültürünü geliştirerek buradaki sorunlara beraber çözüm arayalım. Çözümleri birlikte paylaşalım ve bu güçle bir sonraki safhaya hareket edelim. Zira biz Kerem Bey ile birçok platformda çıkarlarımız ölçüşmediği veya çakıştığı için çok tartışıyor gibi görünsek de diğer taraftan da iş birliğini nasıl artırabiliriz diye ciddi bir çaba içerisindeyiz. Her halükarda buna odaklanmamız lazım.  Davet ettiğiniz için teşekkür ederim.

Kerem Çakır: Hepimiz aynı gemideyiz ve zincirle birbirimize bağlıyız. Avrupa’ya eğer sınırda 10 avro kaptırıyorsak bu para hepimizin cebinden çıkan bir para olacak. Uğur Bey’in mesajına şiddetle katılıyorum.  Tayfun Bey ise sınavın herkes için olduğunu söyledi. Kesinlikle yine şiddetle katılıyorum. Sınavın sorularını tartışabiliriz ancak sorular bunlar. Biz Türkler son dakika çalışmayı severiz. Sınav tarihi 2026 yılında. SKDM devreye girecek, son dakikada çalışmayalım. Hızlı bir şekilde Avrupa’ya paralel, oyunun içerisinde olduğumuzu gösterecek şekilde ve fon akışının da şeffaf bir şekilde sağlanacağı ETS sistemini doğru bir şekilde kuralım. Ondan sonra adım adım teknolojimizi geliştireceğimize, Avrupa’dan bile daha hızlı gideceğimize inanıyorum. Çok teşekkür ederim farkındalık yaratan bu sohbetleri organize ettiğiniz için. 
 
Herkes Elini Taşın Altına Koymalı
Panelin moderatörü Dr. Kağan Yemez, son bölümde konuşulan konuları kısa bir şekilde özetledi. Yemez şu noktaların altını çizdi:
 
Çevre ve iklime göre biz neler yapabiliriz, karbon salımını ne kadar azaltabiliriz bunları konuştuk. AYM ve SKDM’nin getirdiği bazı yükümlülükler var. 2026’da başlayacak olan Emisyon Ticaret Sisteminin (ETS) bir şekilde fiyatlandırması da olacak. Yerli bir Emisyon Ticaret Sistemimizin olması gerektiğini konuştuk.  “Buradan gelecek vergilendirme varsa bu yurt dışına gitmesin ülkemizde kalsın. Bu sistem ayrıca şeffaf olsun” denildi. Gerçekten güzel bir düşünce. Şeffaf olmalı ki ETS’den alınacak olan vergiler geri dönüp yine bizim sektörümüze yatırım olarak gelsin. Bir şekilde bu döngü içerisinde daha ileriye doğru gidelim.
 
Burada konuşulan önemli konulardan bir tanesi de hurdanın toplam talebi karşılayamaması oldu. Cevherden üretime mecburuz. Cevherden üretimi en iyi şekilde optimize edip minimum karbon salımı olacak şekilde iyileştirmelerin yapılması ve teknolojilerin çok iyi takibi yapmamız gereken en önemli aksiyonlar arasında. Araştırmalar sonrasında gelecekteki değişimler belli olacak. Hangi değişim yapılması gerekiyorsa buna uyum sağlamamız da gerekiyor.
 
Bilinçlendirme faaliyetlerden bahsettik. Bu bizim için de Türk Yapısal Çelik Derneği olarak bir fırsat oldu. Panellerimiz ile bilinçlendirmeyi yapıyoruz ama daha fazlası gerekli. Diğer tüm STK’ların da benzer çalışmalarla bilinçlendirmeyi sürdürmesi gerekiyor. Herkes elini taşın altına koymalı. 
 
Rakiplerimiz eğer iyiye doğru gidiyorsa biz de o noktaya gitmeliyiz. Bu farkı korumalı ya da farkı kapatıp öne geçmeliyiz. Bunun için de sürekli takip içerisinde olmamız gerekiyor. Bence can alıcı notlardan bir tanesi de iş birliği birliktelik duygusu. Biz her yerde “birlikteyiz” diyoruz ama işin sonunda rekabet de var. Hem rakip olup hem de birlikte olma konusunu daha iyi yapmamız gerekiyor ki ülke olarak fayda sağlayalım. Bu konuda adımlar atılması lazım.  Son olarak öncelikle konuşmacılarımıza ve bu organizasyonu sağlayan Türk Yapısal Çelik Derneğinde çalışan arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum. Ayrıca bizi izleyen tüm izleyicilere de teşekkürlerimi sunuyorum. 
Çelik Yapılar - Sayı: 73 - Kasım / Aralık 2021

Kendimizi Sınayalım

Sayı 73 Soru



© 2014 - Türk Yapısal Çelik Derneği