TR|EN
Güncel
Steelorbis
Depreme Dayanıklı Binalar
E-Bülten Aboneliği
Tevfik Seno Arda Lisesi
Yayınlar > Çelik Yapılar
Sayı: 64 - Haziran 2020

Gündem


DÜNYAYI DEĞİŞTİREN PANDEMİ COVID-19

Her yeni yıl doğal olarak olumlu hisleri beraberinde getirir. Yenilik bir anlamda değişimdir, değişim ise gelişme. Biz bunları hissederken 2019 yılında yayılmaya başlayan bir virüs 2020 yılına dair tüm olumlu hisleri yok etti. Yaşam tarzımız kaotik anlamda değişti. Bu değişimin etkilerini her geçen gün farklı boyutlarda yaşamaya devam ediyoruz. Peki ama neyin nesi bu virüs, insanlık daha önce onunla veya benzerleriyle tanışmış mıydı? Ekonomiye etkileri nasıl olacaktı? Çelik sektörü bundan nasıl etkilenecekti? Bu dört soruyu alanında uzman kişilere sorup onların görüşlerini aldık.

PROF.DR.SERDAR TEZELMAN
SALGINLAR TARİHİ
Uluslararası alanda yaptığı çalışmalarla dünya çapında tanınan bir isim olan Prof. Dr. Serdar TEZELMAN, Avrupa Endokrin Cerrahisi Derneği’nin kurucu üyelerinden biri. 1994’te Ulusal Endokrin Cerrahisi Derneği’ni kuran, 1997 ve 2007 yıllarında ise İstanbul Üniversitesi Bilimsel Araştırmacı Ödülü’nü kazanan TEZELMAN’ın 150’nin üzerinde makalesi ve 12 kitabı bulunuyor. Başarılı bilim insanının birazdan okuyacağınız “Salgınlar Tarihi” isimli araştırması gezegenimizin salgın olaylarına pek de yabancı olmadığını ortaya koyuyor.
 
Yazıma Fransız bir düşünürün “Hepimiz salgın hastalıkların çocuğuyuz.” sözüyle başlamak istiyorum. Şu an 60-140 nano büyüklüğünde bir virüsten bahsediyoruz. Savaş olsa göreceğiz, deprem
olsa hissedeceğiz ama insan bu sefer göremediği düşmanla yüz
yüze. Salgın hastalıkların tarihi, insanoğlunun toprağı işlemeye
başlamasıyla eş zamanlıdır. Vahşi toprakların yok edilmesi, fareleri, sıçanları, keneleri, pireleri ve sivrisinekleri insanlara daha yakın
yaşamaya zorluyordu. Bu hayvanlar beraberlerinde veba, tularemi,
tifüs ve sıtma gibi sürprizleri de getirdiler. Ayrıca yüzbinlerce insanın yaşadığı kentler geliştikçe toplu ölümler de yaygınlaştı. Olayın niteliğini ilk kavrayan kişi HIPOKRATES oldu. O, çevre güçlerine "hava, su ve yer" adını vermişti. Bu etkenlerin herhangi birindeki ani bir değişikliğin salgınlara yol açtığını söylüyordu. Salgınlar tarihini incelediğimizde ilk karşılaştığımız "Kara Ölüm" yani vebadır. Lağım farelerinde yaşayan pirelerden insana geçen, insandan insana kan ve tükürükle bulaşan Yersinia Pestis isimli bakterinin etken olduğu bir hastalıktır. MS 1350 yıllarında Kıta Avrupasında görülen veba salgınında 75 milyon ilâ 200 milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir. Veba, Avrupa nüfusunun yarısından fazlasının ölümüne sebep olmakla birlikte bölgenin sosyal yapısını da değiştirmiştir. Dini açıdan Roma Katolik Kilisesinin sarsılmasına sebep olmuştur. Dilenciler, Müslümanlar ve Museviler başta olmak üzere birçok azınlık gruplarının zulmedilmesine yol açmıştır. Veba salgınlarında meslektaşlarım olan hekimler çok zor durumda kaldılar. Hastalık kapma korkusuyla sivri gagalı garip maskeler taktılar. Mikrop nedir bilinmiyordu, dolayısıyla tedavi seçeneği de yoktu. Bazı kentlerde veba evleri kuruldu, karantina uygulaması başlatıldı ve ayrıntılı ölüm kayıtları tutuldu. 16. yüzyıla geldiğimizde İtalya’da görülen veba salgınında 280 bin insan hayatını kaybetmiştir. Aynı dönemde salgın İstanbul’da da görülmüştür. 17. yüzyılda 1665-1666 yıllarında Londra veba salgınında 100 bin kişi ölmüştür. Londra nüfusunun %15’i kaybedilmiştir. Thames Nehri boyunca liman şeridinde yayılmıştır. Hastalığı önlemek için nehir kıyısındaki depolar yakılmıştır. Böylece asepsiye ilk adımlar atılmıştır. Aynı yüzyılda Viyana’da 76 bin kişi vebadan hayatını kaybetmiştir. 1663 yılında Hollanda’da 20 bin, 1668’de Fransa’da 40 bin insan kara ölüm nedeni ile ölmüştür. 1738’de Balkanlar’da 50 binden fazla insanın öldüğü büyük Balkan vebası görülmüştür. Tabii ki Rusya da bundan nasibini almış ve tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi 50 binden fazla insanın öldüğü Rusya vebası yaşanmıştır. 19. yüzyılda çok kısa aralıklarla süren ancak pandemi yapmayan veba salgınlarına Mısır, İstanbul, İrlanda, Malta ve Romanya’da rastlanmıştır. 20. yüzyılda ise 40 bin kişinin öldüğü Çin’de ve lokal olarak da Hindistan’da veba saptanmıştır. 1900’lerin başında 113 kişinin öldüğü 3.Veba Salgını diye adlandırılan San Francisco vebası lokalize kalmıştır. Derideki gelişen siyah renkli lekelerden dolayı “Kara Ölüm” lakabı alan vebaya günümüzde sadece çok geri kalmış Afrika ve bazı Asya bölgelerinde rastlanabilmektedir. Tarihte çiçek, tifüs, cüzzam, menenjit, verem, sarıhumma, sıtma, kızamık gibi çeşitli kitlesel ölümlere yol açan salgınlar da görülmüştür. 11.yüzyılda cüzzam Lepra pandemisine sebep olurken birçok lepra hastanesinin de açılmasına vesile olmuştur. İlk hastane MS 4. yüzyılda İstanbul’da Zodikus isimli bir zengin tarafından açılmıştır. Griple pandeminin tanışması 1889-90 yıllarında Rus gribi diye de tanımlanan salgındır ve 1 milyon insanın ölümü ile sonuçlanmıştır. Bu salgın H2N2 virüsü kaynaklıdır. İkinci grip pandemisi meşhur İspanyol gribidir. 1918-20 yılları arasında 75 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. O günün insan nüfusunun %5’i kaybedilmiş olup tarihte bilinen en büyük grip salgınların biridir. Grip virüsünün bilim tarafından tanınması 1933 yılında olmuştur. Üçüncü grip pandemisi 1957-58 yıllarında görülen ve 2 milyon insanın kaybedilmesi ile sonuçlanan Asya gribidir. 2009’da rastlanan grip pandemisinde 14.286 kişi vefat etmiştir. Virüsün bu yeni türüne genelde domuz gribi denilmesine karşılık; Meksika gribi, Kuzey Amerika gribi ve H1N1 gribi de denilmektedir. Bilinen şu ki, grip virüsü 10-14 yılda bir mutasyona uğramaktadır.
2002-2003 yıllarında Hong Kong’da başlayan SARS 775, 8.422 vakada saptandı. 2012 kaynaklı MERS salgını ki Orta Doğu kaynaklı olup 449 insana kıymıştır. 2013-2016 arası Batı Afrika kaynaklı Ebola salgını 28.166 kişiyi etkilemiş ve 11.300 kişinin ölümüne yol açmıştır. 2015 Hindistan çıkışlı Domuz Gribi halen devam etmekte olup günümüze kadar 2035 kişinin yaşamını kaybetmesine yol açmıştır. 2019 Çin orijinli COVİD-19 nasıl sonuçlanacak hep birlikte göreceğiz. Yaşadığımız pandeminin sağlık açısından yıkımının ardından politik, ekonomik ve sosyal yıkımının ne boyutta olacağını yaşayarak göreceğiz. İnsanoğlu akıl ve bilim ile bu sorunun üstesinden gelecektir.

BİYOLOG SERDAR ÖKTEM HAYATIMIZI DEĞİŞTİREN VİRÜS

Hacettepe Üniversitesi Biyoloji bölümünü bitirmesinin ardından Klinik Mikrobiyoloji ve Genetik eğitimi alan Serdar ÖKTEM, uzun süre TV ekranlarında çeşitli programlarda sunuculuk ve yöneticilik görevlerinde bulundu.
Geçmişinde Medical Channel’ın kurucu genel müdürlüğü görevini yapan ve hali hazırda Londra’da Media Agency London isimli bir medya şirketi de bulunan ÖKTEM’in ayrıca Euroslim isimli Biyorezonans tanı ve tedavilerini yürüttüğü bir Holistik Tıp kliniği vardır. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz röportajda Öktem, bizlere virüsün ne olduğunu ve ne olmadığını anlattı.
 
Koronavirüs’e geçmeden önce bize virüs nedir onu açıklar mısınız? Bu konuda toplumda bir kafa karışıklığı söz konusu?
 
Virüs canlı değildir, cansız da değildir. İlginç değil mi? Çünkü virüsler bağımsız şekilde üreyemezler ve solumazlar. Canlılığın hiçbir tanımına uymasalar da cansız olmanın da tanımına uymazlar.
Hiç kuşkusuz organik yapılardır ama bir bileşik bile değillerdir. Tek hücre hiç değillerdir. Herhangi bir organelleri yoktur. Dolayısıyla virüse canlı diyemediğimiz için virüsün ancak aktifliğinden ya da inaktifliğinden söz edebiliriz. Hücre içinde kendini kopyalatıyorsa aktiftir, aktivitesini yitirdiği anda inaktif hale geçer. Herhangi bir hareketi yoktur, dolayısıyla bir amacı hedefi yoktur. Virüs hiç kimsenin dostu ya da düşmanı değildir. Virüs doğanın var oluşlarından biridir hepsi o kadar. 
 
 
Koronavirüs vücuda girdiğinde neler yapıyor?
 
Virüs bir canlının vücuduna girdiğinde hücre yüzeyine bağlanabileceği dokuya yerleşir. Günümüzdeki örnekte Sars-2 Korona virüsü solunum yolundan girerek özellikle akciğere yerleşmekte ve akciğer dokusuna bağlanma özelliği olduğu için bu doku üzerinde enfeksiyona neden olmaktadır. Virüs hücreye bağlandıktan sonra protein kılıf içindeki genetik materyali hücre içine enjekte eder. Kendisi dışarıda kalır ve yok olur. Bu aşamada virüsün DNA ya da RNA’dan oluşan genetik materyali hücre çekirdeğine gider ve orada kendini RNA yoluyla kopyalatır. Oluşan birçok aynı genetik dizilime sahip virüs bu sefer çevrelerine doğal olarak sarılan kapsidleriyle hücrenin içine dolar ve yer kalmayınca hücre parçalanır. Hücre dışına çıkan virüsler başka hücrelere geçerek aynı işlemi defalarca tekrarlarlar. Yerleştikleri canlıyı enfekte ederek çeşitli biçimlerde hastalanmasına neden olurlar.
 
Virüsün yıkıcı etkisi nasıl gelişiyor?
 
Sars 2-Cov özelinde yıkıcı etkiyi yanıtlayacak olursak, şunu vurgulamak gerekir. Bu konuda bilimsel yayın sayısı son derece azdır; çünkü üzerinden çok kısa bir dönem geçti. Virüs daha yeni izole edildi ve yapısıyla ilgili net bilgi henüz yok. Yıkıcı etkinin nedeni, solunum yoluyla vücuda girip akciğere yerleşmesi ve akciğer dokusunda buzlu cam benzeri bir görüntü oluşturarak solunumu
zorlaştırması yoluyla olmaktadır. Çünkü akciğer dokusu içinde çoğalarak akciğerin fonksiyon yapmasını yani kanı oksijenlendirerek dokulara yollamasının önüne geçiyor ve yoğun sekresyon oluşturarak solunum yolunu da tıkıyor. Bu nedenle ölüm oranı çok yüksek olmamasına rağmen, hastanın entübe edilmesi ve yoğun bakım gerektirmesi nedeniyle hastada yıkıcı etkilere neden oluyor.
 
Diğer virüslere göre daha çabuk mu bulaşıyor?
 
Hızlı bulaşıyor çünkü solunum yolundan giriyor. Yolda yürürken nefes alan enfekte kişiler - kişinin sadece hapşırmasına bile gerek yok- yakınlarından geçen kişilere çok kolay bulaştırmaktadırlar. Ancak şunu unutmayalım, yanınızdan geçen birinden aldığınız virüsle hemen hasta olmanız zordur çünkü enfekte olmanız için, yani vücudun bağışıklık sisteminin yeterli gelmemesi için belirli miktarın üstünde virüs almalısınız. Bu yüzden kapalı alanlar, klimalı ortamlar çeşitli kişilerden gelen virüsleri ortama yayması ve yere düşmesini önleyerek havada dolaştırması nedeniyle son derece tehlikeli ortamlardır.
 
Virüsün semptomları ve şiddeti hastadan hastaya farklılık gösteriyor. Bu neden kaynaklanıyor?
 
Virüsü henüz tanımıyoruz. İlk bulgulara göre 30 bin Nükleotid’den oluştuğunu biliyoruz. Yani RNA’da 30 bin adet baz bulunmakta. Bu 30 bin bazlık Nükleotid tek tek incelenecek sıralaması çıkarılacak, insan vücudundaki etki mekanizmasına bakılacak sonra kesin yanıtlar alınmaya ve bir ilaç geliştirilmeye çalışılacak. Siz birilerinin “laboratuvara giriyorum az sonra aşı hazır” demesine aldırmayın lütfen. Ne yazık ki umut tacirliği yapıyorlar. Virüsün gençlerde ve yaşlılardaki etki mekanizmaları farklı. Kronik hastalıklardaki etki mekanizmaları ise daha farklı. Metabolizması hızlı olan, bağışıklık sistemi güçlü, akciğer hasarına uğramamış yaşı daha genç olanlarda etkisi elbette daha hafif geçiyor. Kronik hastalıkları olanlar, sigara içicileri ağır risk grubundalar ve yakalandıkları takdirde kurtulmaları zor görünüyor. Virüse yakalananların yüzde 80-90’ı hastalığı evde ve çok ağır olmayan semptomlarla atlatıyorlar. Kalan kısımdaki yaşlılar ve solunum ya da kalp sorunu olan kişiler ağır risk altındalar.
Virüsün laboratuvarda üretildiği ya da mevcut olan virüsün laboratuvar ortamında güçlendirildiğine dair iddialar var. ABD Başkanı TRUMP da bu görüşü savunan açıklamalar yaptı. Sizce bu mümkün mü?
Büyük olasılıkla öyle. Anlaşılan o ki, ABD- Çin ortak çalışması olan AIDS virüsünün tedavi edilebilmesi için yapılan virüse bazı eklentiler yapılan bir genetik çalışma söz konusu. Virüs laboratuvardan kaçırılmış ya da kaçmış olabilir. Özellikle yapılmış olduğunu sanmam ama WHO ile TRUMP arasındaki kavganın normal olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunu gösteren bazı izler ve elimize gelen bir bilimsel makale de var. 

DOÇ. DR. K. EVREN BOLGÜN PANDEMİ VE EKONOMİ
Covid-19 pandemisinin etkisinin en güçlü hissedildiği alanlardan biri de ekonomi oldu. İnsanların çalışma anlayışı virüs nedeniyle bir anda değişirken kriz global çapta etkisini gösterdi. Pandemi sırası ve sonrasını değerlendirdiği modellemeleriyle TV ekranlarında gördüğümüz başarılı ekonomist Evren BOLGÜN’e konuyu sorduk. 
 
Ekonomiyle ilgili son günlerde "Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." sözünü çok duyuyoruz. Sizce bu doğru bir bakış açışı mı?
 
Bu kadar iddialı bir cümleyi telaffuz etmek için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Üç ay boyunca karantina altında yaşayan 2.5 milyar insanın birçoğu psikoloji alanında kullanılan "Kübler-Ross Değişim" modelinde ifade edilen sendromu yaşadı. Öncelikle yaşanan Şok, daha sonra durumu Reddetme ve arkasından Öfkelenme durumunun ardından insanlar Depresif bir ortamda buldular kendilerini. Şu an Karar Verme ve yeni yaşam modeline geçiş için Dahil Olma safhasının yaşandığını söyleyebilirim. Bazı şeyler zaten değişti, bazı şeyler yavaş yavaş değişirken, bazı şeylerin de muhtemelen eskisi gibi aynen devam ettiğini uzun vadede göreceğiz. Fakat özellikle eğitim sektörü ile profesyonel hizmetler alanında çalışan beyaz yakalılar açısından artık bundan sonrasında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını kesinlikle söylememiz mümkündür.
Dünya ekonomisi açısından ise, yıl başında Çin ile başlayan Asya içerisinde yaygınlaşan ve daha sonrasında çok hızlı bir şekilde Avrupa ve Amerika kıtasına ulaşan virüs "Ani Duruş” şeklinde tanımlayabileceğimiz bir Arz ve Talep şokunun bir arada yaşanmasına neden oldu. Sosyal mesafe korunması zorunluluğu nedeniyle hizmet sektöründe yüzbinlerce işletme kapalı kalırken milyonlarca insan geçici ve/veya kalıcı bir şekilde işsiz kaldı. Sadece Amerika’da 2.5 ay sonunda 41 milyon kişi işini kaybetmiş durumda. Türkiye’de geçici ücret desteği ve/veya işsizlik fon desteği, aile yardımı şeklinde devletten nakit destek almakta olan yaklaşık 5.5 milyon kişi var.
Mevcut işsiz miktarı da 4.5 milyon kişidir. Toplamda 10 milyon civarında bir işsiz sayısı mevcuttur.

Türkiye, yaşanan krizden hangi boyutlarda etkilendi?
 
Türkiye ekonomisi 2019 yılında %0.9 gibi oldukça düşük bir oranda büyüme kaydetmişti. Enflasyon ise %11 civarında bulunuyor. Pandemi krizine dolayısı ile ters ayakta yakalandığımızı söyleyebilirim.
Çok düşük bir büyüme ve yüksek enflasyon ortamında salgına yakalandık. Bu sebeple ekonomide 2 çeyrek sürmesini beklediğim “Stagflasyonist” (Yüksek Enflasyon ile birlikte Resesyon durumu) bir ortamı 2020 yılı genelinde yaşayacağız. Dolayısı ile -%4.5 civarında bir yıllık küçülme, %18’e yaklaşan genel işsizlik oranı ve %11-%12 civarında hareket edecek bir enflasyon beklentisini baz senaryom olarak ifade edebilirim. Bu arada küresel üretim hatlarının durması nedeni ile Türkiye’nin İhracat oranında dramatik bir gerilemeyi Nisan-Mayıs aylarında yaşadık. Mayıs ayı İhracatı $9.9 milyar ile 2019 Mayıs ayına kıyasla -%41 mertebesinde gerilemiş durumdadır. Ocak-Mayıs 2020 döneminde İhracat düşüşü %20 seviyesine ulaşmıştır. 2019 yıl sonu ihracatımız $180 milyar seviyesinden 2020 sonunda en az %18 arasında bir gerileme ile $150 milyar seviyesine gerileyeceğini beklemekteyim.
 
 
COVID-19 zaten kırılgan olan piyasaların aslında pek de dirençli olmadığını bizlere gösterdi. Sizce virüs henüz Çin sınırlarında iken ülkeler önlem almakta geç mi kaldılar?
 
Evet, çok haklısınız. Çin’de 17 Kasım 2019 tarihinde ortaya çıkan
ilk vakadan sonra gerçekleşen yeni yıl tatili ile birlikte, Çin hükümetinin aşırı katı ve bilgi gizliliğini koruma yanlısı tavırları sebebi ile Dünya Sağlık Örgütü’ne resmi açıklamalarını ancak Ocak ortasında verdiler. Asya, Ortadoğu ve Avrupa ülkelerinde imalat ve hizmet sektörlerinde çalışmakta olan Çinli işçilerin yeni yıl tatiline ülkelerine yaptıkları seyahat ve sonra geri dönüşleri pandeminin hızlı bir şekilde dünya geneline yayılmasına neden oldu. Öte yandan popülist bazı politikacıların da sergiledikleri rahat tavırlar ülkeler nezdinde önemli sağlık sorunlarını da beraberinde getirdi.
Herhalde yaz başlarında azalmakta olan COVID-19 salgının bundan sonraki en büyük yıkımı kış aylarında yeni bir ikinci bir dalganın gelmesi ile olacaktır. Dilerim ki böyle bir durum ile hiç karşı karşıya kalmayız. 
 
COVID-19 sayesinde daha farklı bir çalışma ortamı gördük. Beyaz yakalılar evden çalışmak zorunda kaldılar. Hatta ofislerin gereksiz olduğu konuşuldu. Sizce bu durum yeni bir iş anlayışı getirir mi?
 
Beyaz yakalı profesyonellerin evden de gayet verimli bir şekilde iş yapabildiklerini işverenler yaşayarak gördüler. Bundan sonrasında ofis kiralarında gerileme kaçınılmazdır. Teknolojik gelişmeler ve 5G Internet teknolojisinin sağlamış olduğu kazanımlar sayesinde görüntülü iletişim hizmetleri zirve yaptı. Geçtiğimiz yıl boyunca hiç görüntülü konferans yapmadığım halde bu yıl içerisinde hemen hemen her gün 1 ile 3 adet görüntülü konferans katılımı, eğitim, toplantı gerçekleştirmekteyim. Zoom markası bu alanda epeyce öne çıktı. Şirketin 2019 Aralık ayında 10 milyon civarında abonesi bulunurken şu anda 300 milyon civarında aboneye sahip bir şirket durumuna geldi. $60 milyarın üzerinde piyasa değeri olan sadece video içerik sağlayan bir şirketten bahsediyorum. Bundan sonrasında en büyük değişim açıkçası hizmet, eğitim ve online teknolojileri kullanan servis sağlayıcılarında olacaktır.
 
Sizce en ağır darbeyi alan sektörler hangileri? Bizleri genel bir resesyon süreci bekliyor mu?
 
Havacılık, turizm, otomotiv, sigorta, petrol üreticileri gibi sektörler
genel olarak pandemi krizinden en geç çıkış yapacak sektörler olacaktır. İktisat literatüründe bu türdeki dışsal şoklarda ekonomiler dip yapmalarının ardından tekrar eski seviyeye kadar çıkış ivmelerinin görsel olarak ifade edildiği birtakım harfler bulunmaktadır.
“W-U-L-V” gibi. Çin için hadisenin “V” tipi bir ekonomik toparlanmaya doğru evrilmekte olduğunu söyleyebilirim. Ancak krizden derin etkilenen Avrupa ekonomileri için aynı durum söz konusu değildir. Yılın ikinci yarısında olağanüstü bir olumlu değişiklik gerçekleşmeyecek olursa Avrupa ekonomileri -%5 ilâ -%8 arasında farklı derinliklerde bir resesyon durumunu yaşayacaktır. Diğer yandan Amerikan ekonomisinde de 2020 yılı resesyon ile geçecektir. Amerika için yaşanan son toplumsal hareketlenmenin de ekstra bir olumsuz katkısının olacağını söyleyebilirim.

TUCSA YÜZEY KORUMA KOMİTESİ TK-4 BAŞKANI
TOLGA DIRAZ
ÇELİK VE COVİD 19
 
COVID-19’un temas nedeniyle insanlara bulaştığını biliyoruz. “Çelikle yaşanan temaslarda virüse maruz kalır mıyız ve hangi koruyucuları
kullanırsak iyi bir koruma sağlarız?” sorularının yanıtlarını, 2003 senesinden beri Korozyon Mühendisliğinin yanı sıra Boya ve Kaplama sektörlerinin çeşitli aşamalarında tecrübesi bulunan Kimya Mühendisi ve
TUCSA Yüzey Koruma Komitesi TK-4 Başkanı olan Tolga DIRAZ
yanıtladı.

ÇELİK NEDİR VE NEDEN KORUNMASI GEREKİR?

 
Çelik olarak bildiğimiz metal en basit şekilde “%2’den az Karbon
(C), 1%’den az Manganez (Mn) ve küçük miktarlarda Silikon (Si),
Fosfor (P), Sülfür (S) ve Oksijen(O) içeren, ana bileşenler olarak
Demir (Fe) ve Karbon (C) elementlerinin oluşturduğu metalik bir
alaşım” olarak tanımlanabilir. Çelik metalinin hem gündelik hayatımızda hem de mühendislik ve mimari alanda sıklıkla kullanılmasının ana sebepleri arasında ise; imalat kolaylığı ve hızı, düşük proje maliyetleri, yüksek mukavemet ve estetik görünüm özellikleri sayılabilir. Ayrıca, çelik metalini kabaca Karbon, Alaşımlı, Paslanmaz, Alet çelikleri olarak dört ana tipte sınıflandırabiliriz. Çelik metali ve yüzeylerinin yukarıda saydığımız avantajları yanında hem normal koşullarda hem de dezenfeksiyon özelinde bazı dezavantajlarını da dikkate almamız gerekir.
Alaşım oranı düşük Karbon Çelik metal yüzeyleri -eğer boyanmaz veya kaplanmaz ise- kolaylıkla dış ortam koşulları ve dezenfektanlar nedeniyle korozyona uğrayabilir, paslanabilir ve sonuç olarak hem estetik kaybı (kötü görünüm) hem de metalik özelliklerinin zayıflamasına (çürüme, çatlama ve kırılma gibi) neden olabilir.
 
Yapılan bilimsel ve tıbbi araştırmalar göstermektedir ki, virüsler
(ve özellikle COVID19 virüsü) Çelik yüzeylerin mevcut pürüzsüz
yüzeyleri nedeniyle diğer yüzeylere göre çok daha uzun süreler aktif olarak kalabilmektedir. Örneğin virüs kâğıt yüzeylerde 3-4 saat
ve ahşap ve kumaş yüzeylerde 1-2 gün aktif olarak kalabilirken,
paslanmaz çelik yüzeylerde 3-4 gün boyunca aktif olarak yaşadığı
tespit edilmiştir. (Yapılan bazı araştırmalar, Paslanmaz Çelik yüzeylerde 7 gün/1 haftayı da geçen uzun sürelerde de virüsün aktif
kalabildiğini göstermektedir. (Bknz .The Lancet Microbe - 2 Nisan 2020 )

DEZENFEKSİYON VE DEZENFEKTAN
Dezenfeksiyon kullanımı ve dezenfektan işleminin, salgın önlemleri arasında en etkili yöntem olduğu (hızlı ve kalıcı sonuçlar vermesi
açısından) bilim insanları ve sağlık örgütleri tarafından önerilmektedir. Bu uygulamaların özellikle hastane, tıbbi merkezler, kamu binaları, ofisler, evlerimiz ve dokunduğumuz diğer enfeksiyon yayan
yüzeyler için yoğun olarak kullanıldığını görebilirsiniz. Dezenfeksiyon yöntemleri ve dezenfektan kimyasallarının salgınlarda kullanımının dışında hastanelerde ortaya çıkan ve hastane enfeksiyonu
olarak bilinen “Nozokomiyal Enfeksiyonlar” için de sıkça kullanıldığı, iyi bilinen bir gerçektir. O zaman gelin, sıklıkla karşılaştığımız
ve çokça önerilen Dezenfeksiyon ve Dezenfektan terimlerine yakından bakarak, “Ne anlama geliyor, hangi teknolojileri içeriyor ve
nelere dikkat etmemiz gerekiyor?” gibi temel bilgileri inceleyelim:

DEZENFEKSİYON NEDİR?
Latince “Dis•infec•tion”, etimolojik olarak köklerine ayrılabilen bir
sözcüktür ve Türkçede bulaşmayı arındırma olarak özetlenebilir.
Bu kavramı daha açık bir şekilde; “Üzerinde bulaşıcı bir organizma olan bir yüzeyi -fiziksel veya kimyasal bir yöntem veya madde
ile- temizleyerek zararlı organizmaları (örneğin mikropları) uzaklaştırmak ve yok etmek” olarak ifade edebiliriz. Günümüzdeki en
popüler dezenfeksiyon teknolojileri şunlardır: Kaynatma, Gümüş
İyonizasyon, UV Radyasyon / Işıma, Klorlama, Diğer Halojenler
(Brom ve İyot) ve Kimyasal Dezenfektanlar. Dezenfeksiyon yöntemleri içerisinde belki de en yaygın kullanılan yöntem olan kimyasal dezenfektan konusunda merak ettiklerinizi şu şekilde özetleyebiliriz:

KİMYASAL DEZENFEKTANLAR
İlk kez 1816 yılında Fransızca “désinfectant” sözcüğü olarak literatürde geçen bu terim, “enfeksiyon hastalıklarına neden olan mikropları etkisizleştiren/yok eden kimyasal ajanlar” olarak tanımlanabilir. Dezenfektanlar aslında, EPA, WHO, ECHA gibi Avrupa
ve ABD’deki saygın mesleki kuruluşlar tarafından “antimikrobiyal,
biyosidal ve pestisid (haşere öldürücü) kimyasallar” olarak da tanımlanmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, bu kimyasal ajanların -vücudumuzun içine aldığımız ilaçlar ve tedavi kürleri olmadığı-, sadece “FOMİT” olarak bilinen, günlük hayatlarımızda dokunduğumuz yüzeylerin mikroplardan arındırılması için kullanılması
gerekliliğidir. Aksi durumda ise ciddi zehirlenmeler ve diğer akut
sağlık sorunları meydana gelebilir. Burada dikkat edilmesi gereken
kritik bir husus da her dezenfektan kimyasalının aynı etkiye sahip
olamayacağı gerçeğidir. Düşük-düzey, orta-düzey ve yüksek-düzey
olmak üzere üç farklı tipte ve etkide olan dezenfektan kimyasallarının mevcut enfeksiyon ve yüzey koşullarına göre seçilmesi gerekmektedir.

OLUMSUZ YAN ETKİLERİ
İster dezenfeksiyon yöntemleri ister dezenfektanlar olsun, uygulandıkları yüzeylere az veya çok zarar verirler. Hatta bazı dezenfektanlar (özellikle aşırı asidik veya oksitleyici olanlar) spesifik çelik
tipindeki yüzeylerde renk değişimi ve/veya Oyuklanma Korozyonu gibi kalıcı olumsuz etkilere neden olurlar. Hatta dezenfektanların bu olumsuz etkilerini çelik yüzeylerde test etmek için NACE
TM0169/ ASTM G31 gibi standartlar oluşturulmuştur. Bu nedenlerden ötürü, dezenfektanların uygulanacağı çelik yüzeylerin ne olduğunu bilmek ve buna göre bu yüzeylerin korunmasını sağlamak
son derece hayati öneme sahiptir. İşte saydığımız bu nedenlerden
ötürü, çelik yüzeyler -özellikle yaşadığımız COVID-19 pandemisi
günlerinde, mutlaka özel boyalar veya kaplamalar ile korunmalıdır.
 
ANTİMİKROBİYAL BOYALAR VE KAPLAMALAR
Çelik yüzeylerin korunması ve mikroplar ile mücadelede belki de
en güvenli korunma ve mücadele yöntemlerinden biri de Antimikrobiyal boyalar ve kaplamalar teknolojisidir. Zira diğer dezenfeksiyon yöntemleri ve dezenfeksiyonlar gibi insan ve çevre sağlığı risklerini bünyelerinde barındırmazlar. Bu anlamda, Antimikrobiyal
boyalar ve kaplamalar, insan ve çevre dostu bir alternatif mücadele
ve korunma yöntemi olarak kabul edilmektedir. Bu boya ve kaplamalar, yoğun olarak çelik yüzeylerin kullanıldığı tezgahlar, banyo,
tuvalet araç gereçleri ve evyeleri, makinalar, kapı tokmakları gibi
sıkça dokunduğumuz yüzeyler, FOMİT ile birlikte havalandırma
menfezleri, mekanik parçalar ve daha birçok yüzeyde rahatlıkla
kullanılabilir. Günlük yaşamda sürekli karşılaştığımız bu yüzeyler
dışında, özellikle hastane ve diğer tıbbi tesisler ile birlikte okul, havaalanı, tren, otobüs ve yolcu gemileri gibi kamuya açık alanlarda
da kullanılması, salgının önüne geçilmesi anlamında faydalı olacağı kesindir.
MEKANİZMALAR
Antimikrobiyal boyalar ve kaplamalar, genel olarak şu mekanizmaları kullanarak mikroplar ile mücadele ederler:
• Anti-mikrobiyal kimyasal ajan salınımı
• Temas ile öldürücü
• Anti-Yapışma/Mikrop-Kovucu
 
ANTİ-MİKROBİYAL KİMYASAL AJAN SALINIMI
Bu tipteki boyalar ve kaplamaların, iç-yapılarındaki Anti-mikrobiyal kimyasal maddeleri, mikropların bulunduğu ortamın kontrollü salınımını yaparak, mikropları öldürdükleri bilinmektedir. Kullanılan anti-mikrobiyal kimyasal maddeler ise şunlar olabilir: Antibiyotikler (Aminoglycosides, Quinolones ve Glycopeptides gibi),
Oligodinamik etkiyen sahip metaller (Gümüş, Bakır, Selenyum ve Kurşun gibi), Enzimler (Lysozyme, Acylase gibi), Organik kationik bileşikler (Quaternaryammonium, Chlorhexidine, Chitosan gibi), Organik kationik olmayan bileşikler (Furanones, Triclosan gibi), Diğer organik olmayan bileşikler (Nitricoxide, TiO2 ve TiO2-esaslı nanokompositler gibi).
Ancak bu tip boyalar ve kaplamalarındaki antimikrobiyal etki,sınırlı bir süre içindir. Zira içerdikleri antibakteriyel madde sınırlı miktardadır; salınım yaptıkça azalır ve sonunda etkisi biter. Bununla birlikte etrafa salınan kimyasala bağlı olarak en etkili boya/kaplama tipi olabilir.
 
TEMAS İLE ÖLDÜRÜCÜ
Bu tipteki boyalar kaplamalarda antimikrobiyal bileşikler, mikroplardan korunması amaçlanan yüzeye esnek Hidrofobik polimer zincirleri ile zayıf Kovalent kimyasal bağlar şeklinde bağlanırlar.
Zayıf yapışan bu antimikrobiyal bileşikler ise, yüzeye yaklaşan mikropları temas sonucu öldürür. (Bu süreçte hücre zarları tahrip edilir ve içindeki genetik materyal etrafa saçılır.) Çoğu temas sonucu oluşan biyosidal etki, mikropların hücreleri ile etkileşim nedeniyle, burada kullanılacak kimyasal bileşikler çoğunlukla ya katyonik bileşikler (QACs, chitosan, AMPler, gibi) ya da enzimler olacaktır.
 
ANTİ-YAPIŞMA/MİKROP-KOVUCU
Bu tipteki boyalar kaplamalarda -yüzeydeki mikro-organizmaları öldürmeden- erken biyofilm oluşumu engelleyen mekanizmalar kullanılmaktadır.
Bu boyalar/kaplamalar, hidrofilik polimerlerden oluşmaktadır (Polyethyleneglycol -PEG, oxazolin, nitro-oksit radikalleri veya klorlanmış plazma polimerleri gibi) ve bu polimerler etraflarındaki su buharını bünyelerine çekerek, mikro-organizmaların yüzeye yapışmasını engelleyen bir film oluşturma ve dolayısıyla mikrobik biyofilm oluşumlarına izin vermemektedir.
 
SONUÇ
Hem içinde bulunduğumuz günlerde yaşadığımız COVID-19 pandemisi hem de virüs, bakteri veya diğer mikroorganizmalar kaynaklı diğer enfeksiyon hastalıkları, özellikle FOMİT olarak adlandırılan dokunduğumuz yüzeylerin temizliği ve mikroplardan arındırılması konularını daha kritik öneme sahip hale getirmiştir. Şüphesiz bu yüzeylerden en sık karşılaştığımız yüzey ise çelik yüzeylerdir. Yukarıda özet olarak okuyabileceğiniz üzere, çelik yüzeylerin mikroplardan korunması ve mücadele yöntemleri, disiplinler-arası bir yaklaşımın sergilenmesini gerektirmektedir.
Dezenfeksiyon yöntemleri ve dezenfektanlar, hastalıklara yol açan virüs ve bakteriler için etkili bir biçimde kullanabileceği gibi, özellikle çelik yüzeyler için -yukarıda özetle bahsedilen- bazı riskler ve problemler de içermektedir.
Dolayısıyla, bu risk ve problemleri bertaraf edebilmek için, dezenfeksiyon yöntemleri ve dezenfektanlara destek olarak Antimikrobiyal Boyalar ve Kaplamalar teknolojisi daha sık kullanılmakta ve her geçen gün bilim insanları tarafından geliştirilmesi sürdürülmektedir.
Çelik Yapılar - Sayı: 64 - Haziran 2020



© 2014 - Türk Yapısal Çelik Derneği