Öncelikle Türkiye Çelik Yapı Tasarım Yarışması 2013'deki Birincilik Ödülü'nü almanız ve bu projenin Avrupa Yapısal Çelik Ödülleri'nde de dereceye girmesi dolayısıyla sizleri yeniden kutluyoruz. Dilerseniz bu projeden başlayalım sohbetimize, nasıl bir öyküsü var projenin?
Ragıp BULUÇ: Boğaz Kuleleri ile başladı olay. Ben Ankara'da Atakule'yi yapmıştım, İstanbul Teknik Üniversitesi Vakfı'ndan bir yetkili geldi, İstanbul Boğazı'nın çeşitli yerlerine kule yapılması için benimle görüştü. Nerede belalı bir iş varsa gelip beni buluyor, bu benim kaderim, çünkü İstanbul'da kule yapmak kolay bir iş değil. Boğazın en güzel yerlerine yapılacak bunlar. İstanbul yaşamak istemediğim ama sevdiğim bir kent ve yapabileceğime inancım yüksekti. Öyle bir belalı işti ki, Mimarlar Odası, mahkemeler falan epey uğraşıldı. Ancak sonuç ortaya çıkınca galiba herkes tarafından da kabul edilen bir iş oldu. Kurullarda onay aldı ve yapıldı. Sonra bu kuleleri Türkiye kıyılarına yayma meselesi çıktı. Bunu o zamanın Denizcilik Müsteşarlığı istedi. Fakat çoğu dağın başında, ormanın içinde, yani yolu bile olmayan yerlerde. Buralarda beton kule yapılamayacağı için mecburen çelik olmasına karar verilmiş, bence de çok doğru bir karar. Benim de hoşuma gitti iş, mimarlık ille de herkesin göreceği noktada bir iş yapma değildir. Bazen kuşların, çobanların görebileceği yerlere de iyi işler yapabilmektir. Ben bunu fırsat olarak kabul ettim. Bu kulelerde kullandığımız patentli sistemi de daha
önceden biliyordum, tasarımı bununla geliştirdik. Sistemin hoş tarafı hafif olması, kolay taşınabilir olması, bir de tabii rüzgar kapanı değil, yağmur tutmuyor, platformlarda, basamaklarda genleştirilmiş sacları kullanarak hiç yağmurun üstünde duramayacağı bir kule tasarladık. Bir çok yerde yapıldı, 24 tane oldu sanıyorum, daha da artacak. Çok kolay yapılıyor tabii imalatı, montajı kolay ve çok da ucuza geliyor bu sistemle. Ama bir ara kullandığımız sistemin patenti dolayısıyla Bayındırlık Bakanlık ile sorun yaşadık. İtiraz geldi, patentli bir ürünü ihalede kullanamayız dediler. Biz de patentten hiç bir hak istemiyoruz diye yazı yazdık ve bürokrasiyi böyle aştık. Yani Türkiye patenti veriyor ama patent uygulanmasın diye de bir başka madde koyuyor ortaya. Aklıma Japon mimar İsozaki'nin söylediği geliyor, diyor ki, "İyi bir mimarlık mükemmel bir banka soyma işi gibidir, tüm detaylarıyla, titizlikle uğraşmak, planlamak, hesaplamak gerekir." Ben de burada öyle hissettim, yoksa benim işim mi patentle falan uğraşmak. Ama işin yapılabilmesi için uygun yöntemleri geliştirmek de size kalıyor.
Sizin ilk çelik yapınız hangisi olmuştu?
Ragıp BULUÇ: Gerçekleştirdiğim ilk çelik tavan Abdi İpekçi Spor Salonu. 102 metreye, 86 metre açıklık geçtik. En önemlisi de Bayındırlık Bakanlığı şartlarına göre yapılmış bir çelik işiydi. Kaynaklı yapıldı, yüksekliği 6 metre ve çelik tonajı da 1700 Ton'dur. Yarışmayı 1975'de kazandık, yapı 1989'da bitti. Bütün çatı yerde yapıldı, bir metre kaldırıldı, taşıyacağı görüldü, sonra kaldırıldı mesnetlerin üzerine kondu, taşıyıcı kabloların üzerindeki yük kalktı. Ben de oradaydım bu anda, çökebilirdi çünkü, Brezilya'da bir yapı çökmüştü.
Mühendisi kimdi yapının?
Ragıp BULUÇ: Göncer AYALP'ti ve çok başarılı bir iş gerçekleştirdi bu projede, jüriyi ikna ederek yapıyı hafifletmeyi başardı. Türkiye'de ben
mühendislerin toplumun çok önünde olan zeki insanlar olduğunu da biliyorum. Bundan yıllarca önce ODTÜ Mühendislik Fakültesi beni davet etti, mühendislere bir konuşma yaptım, mimarlara hep konuşuyoruz da mühendislere yaptık bu kez. Orada bir soru geldi, mühendislerle uyumlu çalışabildiniz mi diye. Efendim iyi bir mühendisle işini seven bir mimar hiç birbirlerine girmez ama bir taraf kötü ise hep çatışma olmuştur. Fakat günümüzde üniversiteler yaygınlaştı kalite de düştü. Ben Japonya'da Türkiye pavyonunu yaparken 1985'te, toplumda, gazetelerde şu konuşuluyordu: 2. Dünya Harbi'nden sonra üniversiteler çok kolay diploma vermişler ve bunların yetiştirdiği çocuklar üniversiteye girme etabında, bu iyi yetişmemiş oldukları tahmin edilen çocukları nasıl nitelikli hale getirebilirizi tartışıyorlardı. Yani bakın konular ne kadar farklı. Biz 70 tane üniversite kurduk ama bunların hepsini toplasan bir tane etmez. Binlerce km yol yaptık, toplasan bir km otoyol etmez. Yani kalitenin unutulduğu bir yerde, sadece sayıların ortaya çıkması işi bozdu. Çoğu zaman ben Türkiye'de elit olmakla suçlandım, ama bu benim canıma okudu, kolay mı elit olmak? Hadi bakalım sen elit olmaya karar ver de, kaç sene geçecek? Yani kaliteyi elde etmeniz için yılların geçmesi lazım ve emek verilmesi lazım, duyguların arıtılması lazım, sadece akılla kaliteyi elde edemezsiniz. Türkiye bunlardan çok uzakta, maalesef bu yaşta bunu söyleyebiliyorum. Ben yaşlanmaktan hiç korkmadım, ama eskimekten hep korktum. Yaşlanmak birikim demektir çünkü.
Sizin zamanınızda eğitimde çelik yapının bir yeri var mıydı?
Ragıp BULUÇ: Bizim eğitimimizde özellikle statik hocaları çelik yapıdan kaçının derlerdi. Çünkü çelik stratejik bir malzemedir, onunla tank yapılır, araba yapılır, top yapılır, binaya yatırmayın çeliği denirdi. Böyle olunca da betonarme olarak yapılan yüksek katlı yapılarda çok kötü örnekler görmeye başladık. Birinci ve ikinci katları kullanılamayan binalar gördük, çünkü öyle kolon ebatları çıkıyor ki, istediğin kadar ben yaptım oldu de, akıl dışı bir takım yapılar elde etmeye başlıyorsunuz. Mecbursun çünkü betonarmede bu kesitlere. Halbuki çeliğin zerafeti, inceliği, kolay yapılabilirliği çok daha önemli. Onun için çağdaş bir malzeme olarak görüyoruz ama çağdaş olmayan kafaların çağdaş malzemeyi de kullanamayacaklarını düşünüyorum ben. Yani öyle çelik yapılar görüyorum ki, betonarme yapılsa daha ince bir yapı olur. Daha zarif bir yapı imkanı varken inanılmaz bir geri teknoloji ile yapılan çelik yapılar da görüyoruz. Antik Mısır'dan gelen kolon-kiriş sistemi ile değil, artık yapıların bir kuş kafesi gibi düşünülmesi gerekiyor, ince ve zarif. Bir
kere korkudan kurtulmak lazım, fazla ukalaca da konuşmak istemiyorum ama bunlar hep subjektif görüşlerim, bence diye başlarsam itirazları da ortadan kaldırırız, bence mimarlar çelik yapıyı bilmedikleri için, öğrenmedikleri için, uzun müddet buna karşı durdular. Çünkü arkasında bu işi ben yapamam yatar.
Samimi olabilsek bunu söylerdik. Öğrenmesi zor mudur? Çelik yapıların tabii bir parça eğitim, detay işi var, çok da kolay değil. Çelik yapıları profilleri birleştirerek elde edemiyorsunuz, özel detaylar gerekiyor. Buna imalatçıların da, uygulayıcıların da uyabilmesi lazım. Yoksa bu yapılar yine saçma sapan hale gelebilir. Bunlar benim düşüncelerim. Bir de çelik yapıdan yangın probleminden dolayı korkulurdu, çökme riskinden. şimdi tabii o da kimya sanayi, boya sanayinin gelişmesi ile sorun olmaktan çıktı. Esenboğa Havaalanı'nın Fransızların yaptığı ilk yapının çelik bir yapı olduğunu kim bilir? İçindeki çeliğin ısıdan etkilenmemesi için etrafına öylesine beton döküldü ki çelik gibi görünmeyen bir yapı çıktı ortaya. Ya da Ankara'daki Spor Salonu'nda çeliği ahşapla kapladılar. Ben bunu uyardığım zaman, bir şey olmaz abi dediler. Tamam bir şey olmuyor ama olduğu zaman da neler olabileceğini kimse düşünemiyor.
Mesela Ankara'da Anadolu Medeniyetleri Müzesi var, eski bir bedesten yapısı, onun çatısına lütfen bir bakın, çelikle geçtiler ama bütün elektrik
kordonları falan üzerinde çıplak olarak dolaşıyor, güzel gözüksün diye çıralı çamdan lambri ile kapladılar, florosan lambaları falan, orası yansa ne olur biliyor musunuz? Bütün yapının içindeki değerli ve ünik eserler yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Bunlara ikaz edince de gittiler ortaya benim boyumda yangın tüpü koydular. Evet yıllarca bir şey olmuyor ama bir kere olursa ne olacak? Bilgisizlik toplumun her noktasında var ve bilgisiz insanların hiç olmazsa konuşmadığı bir ülkeyi özlüyorum.
Bütün bu konuştuğumuz sektördeki çarpıklığa karşılık son dönemde epey bir çelik yapı da yapılıyor Türkiye'de. Mesela her ay bir havaalanı açılıyor, ardı ardına spor salonları, stadyum yapıları ortaya çıkıyor, bu yapıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ragıp BULUÇ: Ben daha çok yurtdışındakilere bakıyorum. Japonya, Tokyo aklıma geliyor. Yapıların orada 6 ayda bittiğini görüyorum. En yüksek yapıların bile. Çünkü mevsime, iklimsel ve yerel şartlara bağlı olmadan bir inşaatın nasıl bitirilebileceğini görüyorum orada. şimdiye kadar birçok şey söyledim, zamanla Türkiye'de gerçekleşti bunlar. Artık fikirlerim de demode hale geldiğini hissediyorum. Türkiye'nin bugün gerçeği dediğimiz şeylerin Türkiye'nin gerçeği olmadığının, sadece insanların dünyayı tanımamaktan ve düşünmemekten kaynaklanan şeyler olduğunu düşünüyorum. Bir dostumun sevdiğim bir lafı var
"Türk milleti öl dersen ölür, düşün dersen yine ölmeyi tercih eder" diyor. Yani bütün dünyada toplumun dayattığı baskı ile ilim ve fen gelişmiyor mu? Bir de artık arsa fiyatlarının yüksek olmasıyla yüksek katlı yapı yapma zorunluluğu var, mecbursun çeliğe, özellikle yapısal çeliğe. Betonarme inşaat bizim zamanımızda 30-40 kata kadar yapılıyordu, şimdi daha gelişti ama yine de belli bir kattan sonrasında mecbursun çeliğe dönmeye. Yani zaten kapımıza geldi, dayandı, zorluyor. Bütün mesele biraz daha yaptığın projeyi savunabilmekte. Özellikle bugün toplumda mimarların haline bakıyorum da projesini savunabilecek mimar çok az. Yaptığınız projenin arkasında durduğunuzda doğru bir iş yapıyorsunuzdur. şunu da demiştim yıllar önce, iyinin ve kötünün
anlaşılmadığı bir toplumda mimarlar iyiyi inatla savunmakla da sorumludur. Nasıl olsa anlamıyor, hiç olmazsa iyiyi yap bari. Yaptığımız işe saygı duymalıyız, onu geliştirmeliyiz, evrimin farkında olmalıyız. Bu bir mesleki onur savaşıdır. Ama bu onur savaşı veren insanlarla da uğraşan başka kitlelerin var olduğunu da biliyoruz.
Sektörde tasarımcısıyla, imalatçısıyla bir gelişme var. Bu nereye doğru evrilir sizce?
Ragıp BULUÇ: Japonya'da beyzbol maçlarında onbinlerce seyirci ellerindeki çöpleri yere atıyorlar, maç sonrası yüzlerce orta yaşlı kişi alana girip, bu çöpleri topluyor. Japonya ileri bir teknolojiye sahip bir ülke, Amerika'dan sonra araştırmaya en çok değer veren bir toplum, nedir bu diye baktım, böyle binlerce kişi temizlik yapıyor, bir makine geliştirirler temizler dedim, ama dediler ki bunlar hiç işe yaramayan diye tespit edilmiş bir grup, hiç değilse işsiz kalmasınlar diye böyle bir uygulama yaptık, dolayısıyla evlerine ekmek götürebiliyorlar. şimdi akıllı idareciler toplumu yönetebiliyorlar. Bizde inşaat sektörü dediğimiz zaman 3 metre duvarda 5 santimetre hata yapan sıvacı aklıma geliyor. Kerpiçten yapı yapan bir adam için santimetre önemli değil, ama medenileştikçe bazı kavramların farkına varıyoruz. Mesela bunlardan bir tanesi zamandır, bir tanesi mesafedir, diğeri de dik açıya saygıdır. "Dik Açı" medeniyetin getirdiği bir kavramdır. Çünkü dik açıya inanan, milimetrenin, mikronun farkına varan bir insan. Bu adam kırmızı ışık yandığı zaman kaldırımda durmasını bilen bir adamdır. Bir gün inşaat sektörümüzde bir kriz olduğu zaman ya da Allah saklasın Türkiye bir harbe hazırlanıyor olsa bu işçimize fabrikada top yaptırmaya çalışsanız fena halde çuvallarsınız ama çelik bir inşaata alışmış bir insanı yarın top, tüfek de yaptırırsınız, onunla trafiğinizi de düzeltirsiniz. Yani böyle kavramlar da var, böyle de bakmak lazım. Bunu devleti yöneten insanların düşünmesi lazım. Devleti yönetmek programı uygulamak falan değil, yön vermektir. Toplumun nereye gittiğini, dünyanın nereye gittiğini bilip, ülkeyi ona göre yetiştirme sevdasıdır da devlet yönetimi. Yani hemen her şeyimizle çeliğe geçelim ve bu yetersiz kalan sıvacı ustamız da aç kalsın falan değil söylediğim, onları da destekleyen ama
toplumun gelişimde de buralardan artık bir fayda olmadığını, milimetre ve mikrona kıymet veren, dik açıya kıymet veren, mesafe ve zamana kıymet veren kafaların var olmasını arzu ediyorsan ve ülkenin kurtuluşunu bunda görüyorsan, yani uygarlık seviyesine ulaşmayı sadece bir cümle değil, bunun nedenlerini arıyorsan, mutlaka ve mutlaka devlet olarak çelik yapıya, çelik yapı yapan insanlara, hem üreticilere, hem tatbikçilere, hem de bunları çizenlere önem
vermelisin. Bir taraftan patent verip diğer taraftan mani olmamalısın.
Çok büyük, dev projeler var ülkenin gündeminde, 3. Köprü, İstanbul'a üçüncü havaalanı gibi. Çelikle yapılacak projeler, bu projelerle birlikte çelik yapı sektörü de ivme kazanabilir mi?
Ragıp BULUÇ: Özellikle belirtmek isterim ki, toplumun baskısı ile bilim ve fen gelişiyor. İhtiyaçların baskısı ile diyelim. Eskiden ipekten paraşüt
yapılırdı, yırtılırdı, sonra naylon malzeme çıktı, ondan yapılır oldu. Bunların da zararları var tabii ama binlerce ipekten paraşüt yapamıyorsan naylondan yapmanın bir sakıncası yok. şimdi bütün bunlar tabii toplumu yönetecek insanların uzun müddet tartışacakları ve neticeleri de insanların ve toplumun kabul edebileceği seviyede olması gereken işler. Bir çok disiplin buna dahil olmalıdır. Yani naylonu önerirken çevrecilerin hassasiyetini de düşünmek zorundasınız. Bütün farklı disiplinlerin uzun tartışmalar sonunda görüşlerini ortaya koymaları lazım. Türkiye'de en büyük eksiklik, fütürizm yok. Yani 2050 yılında ne olacak üzerine kimse düşünmüyor. Ya da bunu düşünecek insanlar da aklı evvel olabiliyor. Fütürizm bir bilim dalıdır, insanların geçmişteki
istatistiklerden yararlanarak gelecekleri üzerine karar verebilmeleridir. Türkiye'nin bunların eşiğine geldiğini ben görüyorum. O yüzden de geleceğe karşı bir ümit duymak istiyorum. Türkiye süratle değişiyor, büyüyor ama kanser gibi büyümesini önlemek için mutlaka insanların akıl, duygu, her şeyiyle düşünmeyi ortaya koyması lazım. Yani çelik gerçekten kendi boyutlarına, kendi hızına kavuşabildiği zaman vazgeçilmez bir yapı gerecidir. Deprem ülkesiyiz, betondan bina yapılıyor hala. İnanılmaz tabii, basit olduğu için, kolay olduğu için yapılıyor. İnsanlar yarını değil, bugünü düşündüğü için yapılıyor bunlar. Ama yarınını düşünen bir toplum haline geldiğimiz zaman, çelik mutlaka vazgeçilmez bir malzeme olarak ön plana çıkacaktır. şimdi ben bütün bunları düşünüyorum ama ne yazık ki mimarlık evinizde yaptığınız bir sanat değil. Yani bir heykel, resim gibi evimde oturup kendi istediğim gibi iş yapabileceğim bir alan değil. O yüzden de uygar ülkeler mimarlığı bir organizmanın neticesi olarak görürler. Yani bakıyorsunuz Mimar Sinan da Vahdettin döneminde ortaya çıkmıyor, Süleyman döneminde çıkıyor. Yani bir toplumun geldiği uygarlık seviyesidir aynı zamanda iyi mimarlık örneği. Teknolojinin ehlileştirilmesi bizim gibi birbirine merhaba diyen toplumlar tarafından yapılacaktır. Sinan'ın en büyük başarısı Ayasofya'da gördüğü yüksek teknolojiyi insani boyutlara
indirerek Selimiye'de çözmesidir. Biz bunu teknolojinin esiri olmadan diye düşünebiliriz. Yani teknolojiyi kullanmak kolay ama onu ehlileştirebilmek bir sanatçının elinde olması gerekir. Mimari de Aristo'dan beri 6 sanat dalından biridir. Biz bunu becerebiliriz. Yoksa teknolojiyi al kullan, içinden çıkılmaz boyutlarda, insanı iten neticelere ulaşabilir.
Selimiye Cami'ne ilk kez girdiğimde öğrenciydim, ezan okunmaya başladı hepimiz oturduk yere huşu ile ezanı dinledik. Bizi orada oturtan ezan değildi, Sinan'dı. Dini duyguları içimizde hissetmeye başladık. Ama aynı dönemde yapılmış bir gotik kilisede Tanrı sizi ezer, gücünü hissettirir, korkutur. Sinan sizi korkutmadan içinde yaşatıyordu. İlk defa o zaman hissettim ve teknolojiyi insani boyutlara indirmek budur dedim. Selimiye tevazunun görkemleştiği bir yapıdır. Boyutlarına rağmen insancıldır. lçüye esir olmayan insani ölçekle bir yapıdır. Teknolojiyi insan için kullanabilirsiniz. Mesela Hong Kong'da Japon mimarların yaptığı binalar var ama orada teknoloji ön plana geçmiş. En yüksek yapıyı yapmak önem kazanmış. Ama Tokyo'da bakıyorsunuz öyle değil.
Aynı mimar Tokyo'da başka bir sorumlukla yapıyor yapılarını. Bunu çok düşündüm, topluma hizmet etmek ile gösteriş yapmak arasında fark var. Teknolojinin olanaklarıyla ama insanı, aklı, duyguyu da geride bırakmadan yapılarımızı oluşturmanın peşine düşmeliyiz, sadece dev projelerin değil.